64’ler’den Rasim Mingü ile röportaj

Anasayfaya dönüş

2012 Ağustos ayının başlarında kalabalık bir cumartesi günüydü. Sinanpaşa Pasajı’nın önünden Beşiktaş çarşısına girdik. Biraz önce biten şiddetli sağanağın yarattığı göletlere ve çamurlara batmamaya çalışarak Köyiçi Caddesi boyunca yürüdük. Anılara dalmaya Beşiktaş'a ayak basar basmaz başlamıştık. Rasim çarşıdaki eski bilgisayarcıları anlatıyordu.

 

“King Bilgisayar vardı. Kamer’i biliyorsun herhalde?”

 

“Biliyorum.”

 

“Commodore dergisinden telefonunu aldım Burak Kiper’in, buranın adresini verdiler. Adam yazılarını düzgün yazsa belki de 64’ler’de yazar olamayacaktım!”

 

Balık pazarının oradaki Rum kilisesinin yanından Köyiçi Meydan Sokağı’na saptık. Gürültücü balıkçıların sesleri içinde, sağlı sollu balık restoranlarının arasından yürüyorduk. Tabakları ters çevrilmiş uzun rakı masaları henüz boştu.

 

“Buraları eskiden böyle değildi. Farklı dükkânlar vardı,” dedi Rasim.

 

Oradan Şehit Asım Caddesi’ne çıktık. Bir yandan araçlara ve motorlara çarpmamaya çalışarak, yokuş aşağı inen insanların aksi istikametinde yukarı doğru yürüdük. Şimdi Maşuklar Yokuşu'nun dibinde, yaşlı bir binanın önündeyiz. Çatal gibi ikiye ayrılan yolun tam ortasında önümüzde dikilen bu soluk yeşil renkli bina bir zamanki Beşiktaş Bilgisayar'ın merkezi.

"Bu fırın o zaman da vardı," diye zemin kattaki Tarihi Simit ve Kurabiye Fırını'nı gösterdi Rasim. Sonra hafifçe döndü. "Sağdaki binaya da sonradan geçtik."

Gösterdiği Maşuklar Yokuşu 2/2'ydi.

Rasim binayı gösterirken ben de fotoğraf makinemle uygun bir poz yakalamaya çalışıyordum. Hem onu hem de binayı aynı karede fotoğraflamaya çalışırken zemin kattaki nalburdan kaşları hafifçe çatılmış bir kadın çıktı. Fotoğraf çekmemizin yarattığı hoşnutsuzluğu gizlemeden sertçe sordu:

 

"Kimi aradınız?"

 

“Biz burada eskiden dergi çıkarıyorduk da, arkadaşlara onu gösteriyordum…”

 

Kadın beklemediği bir cevap almış gibi şaşırdı. Bir an uzak, silik bir anıyı hatırlar gibi oldu. Rasim hatırlamasına yardımcı oluyordu.

 

“Hani bıyıklı bir sahibi vardı… Abdurrahman Pala…”

 

Kadının yüzündeki ifade yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Rasim devam etti:

 

“Buranın sahibi siz miydiniz?”

 

“Evet. Bir de hanım vardı hani…”

 

“Rengin Abla.

 

“Tamam tamam.”

 

Eski komşular birbirini bulunca ilk anki gerginlik yerini birden neşeli sohbete bırakmıştı. Anılar art arda tazeleniyordu. Muhabbetin konusu eski günlerdi artık. Bir ara söze ben de karıştım.

 

“Üzüyorlar mıydı sizi?”

 

“E biraz gürültü yapıyorlardı (gülüşmeler), ama insan olarak iyilerdi. Zaten ben Fatoş Abla’yı başka yerden de tanıyorum. Çok vefalı bir insandı o.”

 

“Murat vardı. Murat Adanç’ı hatırlıyor musunuz, hani uzun saçlı…”

 

Pandora’nın kutusunu açtıran bu soru oldu. Soruyu duyan yaşlı kadının gözleri birdenbire açıldı, yüzü aniden buruştu.

 

“Amaaan, pis Murat! (Elleriyle yaka silkerek) Uuuuhh….”

 

Gülmemek için kendimizi tutamıyorduk. Bu soru yaşlı kadını kendinden geçirmişti. Ses tonu yirmi yıl önceki olayı sanki dün olmuş gibi bir canlılıkla anlatıyordu.

 

“Murat çıktıktan sonra bir kamyon pislik attık. Bir kamyon! BİR KAMYON! İyi çocuktu ama o ne pislik…”

 

“Yağlıydı saçları, hatırlıyorum.”

 

“Şimdi bütün millet yağlı. Boşver, kızlar öyle hoşlanıyor.”

 

Muhabbet akıp giderken bir an farkında olmadan yarattığımız bu zaman tünelinden etrafıma bakıp yokuşu ve insanları seyre daldım.

Düşündüm, 64’ler 20 sene önce tam da bu vakitler batmıştı…

 

* * *

Dergi yazarlığına ne zaman başladın?

1988’de. 16 yaşındaydım.

 

Apo Abi’yle nasıl tanıştınız?

Abdurrahman Pala, King Bilgisayar’la ortak çalışıyordu. King Bilgisayar ona arşiv desteği veriyordu ve King Bilgisayar’ın sahiplerinden (iki kardeştiler) Tayfun [Tözen] Abi, Abdurrahman Abi’nin editörüydü. Commodore diye bir dergi vardı Teleteknik’in çıkardığı, Burak Kiper adlı biri orada oyun açıklamaları yazıyordu. Trapdoor diye bir oyunu yazmıştı. Orada ben açıklamadan bir şey anlamadım. Bir yerde takıldım, oyunu bitiremiyorum. Commodore dergisine telefon açtım, “Burak Kiper’i Beşiktaş King Bilgisayar’da bulabilirsiniz,” dediler. Ben de Beşiktaş King Bilgisayar’a gittim; orada Burak Kiper’i bulmaya çalıştım. Sorumu Burak Kiper’e ilettiler. Meğer herif tercüme yapıyormuş! (Gülüşmeler) Bilemedi. (Sonra kendi kendime bir yerden T tuşu, yani Take tuşu olduğunu öğrendim.) Ondan sonra ben King Bilgisayar’a gittiğim zaman bana, “Bilgisayar oyunu yazacak yazar arıyoruz,” dediler. “Yazı alalım senden,” dediler. Bir şey de söylemediler başka. Yazımı aldılar, okudular. “Seni bir yere götüreceğiz,” dediler, Abdurrahman Pala’nın yanına götürdüler. O da 20–30 metre yukarıdaki bir ofisteydi. O, “Böyle böyle bir bilgisayar dergisi çıkartıyoruz, yardım eder misin?” dedi.

 

Bu dergi MSX dergisi miydi, yoksa 64’ler mi?

64’ler. Daha önce bir MSX deneyimi olmuştu Abdurrahman Pala’nın. Kapatmıştı o dergiyi. Hatta mektuplar geliyordu hâlâ. Cevaplamıyordu ama.

 

Abdurrahman Abi için bayağı oyun yazdım. İlk üç sayının büyük çoğunluğunu bana yazdırdı. Gerisi tercümeydi. Başka yazarı yoktu. Bana da tercüme getirirlerdi, kontrol ettirirlerdi. Mesela Platoon tercüme bir yazıdır, onu biliyorum… Daha sonra, çocuk aklımla, “Niye benim isimlerim yazılmıyor?” derdim. E, derginin %80’inde, açıklamaların altında 'Rasim Mingü' mü yazacak? İsimsiz yazılardan bazıları da bana aitti yani. Ondan sonra yavaş yavaş insanlar gelmeye başladı. Hakan Tireli geldi (o daha sonra demoscene’in içine girdi, profesyonelleşti). Ondan sonra Mert Gökkaya geldi. Ertuğrul Eröz, Şahin Derya, Orhan Cevher geldi…

 

64’ler’de ilk başlarda bir süre çeviri yazılar oldu galiba… Çevirileri sana yaptırmıyorlar mıydı?

Çevirileri bana yaptırmıyorlardı, benim İngilizcem o kadar iyi değildi. Çevirileri profesyonelce yaptırıyorlardı, ondan sonra bana getirip kontrol ettiriyorlardı ekleyecek ya da çıkarılacak şeyler var mı diye. Hatta ilk oyuncuların bazı yazılarını da bana kontrol ettirmişlerdi. Hakan Tireli’nin Ushagi Yojimbo yazısını bana kontrol ettirdiler mesela, ekledim-çıkardım orada bazı şeyleri.

 

Senin en sevdiğin oyun türleri neydi?

O zamanlar genelde arcade vardı, simülasyon, strateji sonra gelişti. Benim oyun zevkim sonra gelişti, en başta sıradan her 64 oyununu oynuyordum. Shoot-em up, arcade… Her hafta ne çıkarsa alırdım. Genelde haftada bir gelirdi zaten oyunlar.

 

O yaşlarda kodlamaya çok ilgin yoktu herhalde…

BASIC biliyordum. Programcılıkla şöyle uğraşıyordum: Commodore dergisinin verdiği Program Döküm Ekleri vardı. Onları elle yazar, çalıştırır, programları kullanırdım. Peek, poke, sprite nedir bilirdim. Simons’ BASIC’te hesap makinesi yapmıştım for…next döngüleriyle… BASIC bilirdim. Programcılığın temellerini de biliyordum. Bu kadar.

 

Genelde haftada kaç gün dergide oluyordun?

Haftanın iki günü dergide oluyordum.

 

Peki diğer yazarlar kaç gün ayırabiliyordu? Her gün dergide olan yazar var mıydı?

Yoktu. Herkes okuyordu. Ben de liseyi bitirmemiştim daha.

 

Bir yandan dergiye yazman, bir yandan da üniversiteye hazırlanman zor olmadı mı?

Üniversiteye çalışırken bilgisayar komple gitti zaten! Önce İzmir 9 Eylül’ü kazandım, oradan İstanbul İktisat’a geçtim. Bilgisayar oynamıyordum üniversiteye hazırlanırken. Bir sene üniversiteye hazırlandım. İlk girişte kazanamadım zaten, bir sene dershaneye gittim de kazandım. O zaman bilgisayar oynamıyordum.

 

O zaman İstanbul İktisat’a geldikten sonra dergiye tekrar ağırlık verdin…

Evet, dergiye geri döndüm. O zaman Adanç gelmişti. Ben Adanç’ın ilk üç ayını görmedim. İki sene ayrı kaldım, döndüğümde dergi komple değişmişti. Ben ilk sayılarında ve son sayılarında vardım.

 

İzmir’den döndüğünde 64’ler’de gördüğün değişiklikler hem iyi hem kötü yönleriyle hangileriydi?

Hep iyi değişiklikler vardı, kötü değişim yoktu. Etkileşimli bir ortam oluşmuştu, o eskiden yoktu. Eskiden Abdurrahman Abi’ye yazıları verirdin, giderdin. Sonra, dergi yeni binaya taşındığı için arkadaşlarınla vakit geçirme imkânı doğmuştu. Eski bir binamız vardı, hatta yıkılacak deniyordu. Hatta bina sahibi dergilerin stoklanmasına izin vermiyordu bina çökecek diye. Çatlaklar vardı, ama onlar bir güzellik katıyordu. Yani sanki İstanbul Üniversitesi’nde okuyordun ya da bir müzedeydin ya da Dolmabahçe Sarayı’ndaydın falan gibi. Otantik bir ortamdı yani. Çatlaklar var, bilmemneler var… Eski bir binaydı, ama bayağı güzeldi. Daha önce dergide vakit geçirme imkânı yoktu, küçük mekân olduğundan dolayı, ama döndükten sonra dergide free takılabiliyordum. Sonradan eski yerimiz Beşiktaş Bilgisayar oldu. Orası önceden ofis odasıydı. Bunlardan başka, bilgisayar oyunu arşivi oluşturmuştu 64’ler. Eskiden (eski dükkândayken) arşivimiz yoktu bizim. Yenisine geldikten sonra arşiv oluştu.

 

Kaset çok fazla kullanmıyordunuz, bırakmıştınız herhalde kaset kullanmayı…

Hepsi disketti.

 

Peki o dönemde bir arşiv oluşturmak istersen ne yapıyordun? Başka birinin arşivini satın mı alıyordun? Ya da şöyle sorayım: 64’ler kendi arşivini nasıl oluşturdu?

Bahadır Akcan vardı bizim dergiye takılan, ya da profesyonel insanlar vardı diyelim dergiye takılan, onlar arşive katkıda bulundu. Onlar oradan buradan arşivi doldurdu. Cracker mı deniyordu onlara? O tür insanlar yardımcı oldu yani.

 

Sabahlamalar falan oluyor muydu?

Oluyordu. Adanç izin vermiyordu, ama kendisi sabahlıyordu.

 

Kendisi tek başına mı sabahlıyordu?

Bazen tek başına, bazen kız arkadaşıyla... Carmen diye bir kız arkadaşı vardı, onla sabahlardı. Bize izin vermiyordu.

 

Sizi kovuyordu yani! (Gülüşmeler)

Evet, kendisi yapardı! Ama herkes kalmak istiyordu geceleri orada.

 

64’ler’in iki farklı hali var aslında. O ilk birkaç yılki 64’ler farklı, sonra Murat Adanç sonrası 64’ler biraz daha farklı, değil mi?

Onu şöyle anlatayım, üç evrede açıklarım ben 64’ler’in sanatsal gelişimini (değişimini de diyebiliriz): Birincisi, Abdurrahman Pala ilk sayılarda sanat direktörlüğünü kendi yaptı. Kadrolu adam çalıştırmıyordu, kendisi yapıyordu. Pek profesyonel değildi o, biliyorsunuz. Yani kes, yapıştır, resim koy… Çok sanatsal bir şey değildi; uygun bir şey değildi, ama işi görüyordu. Ondan sonra Metin Zincirkıran döneminde kapak komple değişti. Metin Zincirkıran ve Tarkan Barlas döneminde dergi kadrolu editör ve sanat yönetmeni tuttu. Bunların derginin değişimine çok büyük katkısı var. Metin Zincirkıran bence Adanç ayarında bir adamdı. Kız arkadaşıyla gelirdi. Nişanlıydı galiba. Tasarım işini yapardı sadece, oyun oynamazdı. Ondan sonra Tarkan Barlas geldi. Tarkan Barlas’ı da unutmamak lazım. O ilk FRP yazısını yazan adamdı. Suratı yaralıydı. Halı tüccarıydı herhalde, yaşı 23–24 falandı. Onlardan sonra Adanç geldi, bunu geliştirdi. Adanç komple değiştirmedi yani dergiyi, bunların çizgisini devam ettirdi. O içerik olarak değiştirdi daha çok. MAC’in köşesi de Tarkan Barlas tarafından yazılıyordu daha önce. Önceden Tarkan Barlas cevaplıyordu oyuncuların sorularını. Ama dergiye edebiyat usulü MAC’le gelmiştir. Espriler olsun, dergiye kattığı kendi filozofik düşünceleri olsun, onların hepsi MAC’le geldi.

‘Editör’ diyorsun. Peki bu editör gerçek bir editör gibi mi davranıyordu, yoksa editörün adı editör, kendisi yok gibi bir şey miydi?

Yarı yarıya. Gençti herkes orada. Amatör ruh vardı. Eli sopalı değildi, ama Adanç’ın otoritesi de vardı tabii. Bir kavga olmuştu Sherman yazısı yüzünden. Sherman M4 diye bir oyun vardı (tank simülasyonu). O oyunda üsleri ele geçirirken tankla yaklaşıyorsun. Alman bayrağına değiyorsun, geri çekiliyorsun, ABD bayrağı oluyor. Çocuk da yazmış: “Tanklar yavaş yavaş Alman bayrağına yaklaşıyor. Bayrağın gücü ve ihtişamı…” falan diye. Alman fanatiği bir herif yani bu! Adanç da hepsini silmiş. Bunların ikisi kavgaya tutuşmuşlar. Aşağı inmişler dövüşmeye. Yumruk yumruğa gireceklermiş. Ondan sonra Abdurrahman Pala, “Adanç benim için daha önemlidir,” deyip atmış öbür herifi. “Gelme artık buraya, ben Adanç’ı tercih ederim yazarlarıma,” demiş. Öyle bir olay olmuş. Dediğim gibi, Adanç’ın otoritesi vardı yani.

 

Kayırılıyor galiba biraz da!

Tabii ki. Adı editör yani! Yazar çok ama editör az! (Gülüyor)

 

Sonra derginin bayağı bir işini yapmaya başlamış değil mi?

Adanç’ın aldığı ücret çok azdı, yaptığı iş çok fazlaydı. Çok batırırdı işleri, ama daha sonra deneme-yanılma yoluyla doğrusunu öğrenirdi. PPage’le derginin ilk üç sayısını mahvetmişti. Şahin’in dediğine göre renkleri tutturamadığından veya beceremediğinden deneye yanıla [dergiye] bayağı bir zayiat vermiş yani. Belki onun da suçu yoktu… Ama sonra çok methedilen, çok başarılı bir sayfa tasarımcısı olduğunu söyleyebilirim.

 

64’ler’in son sayılarında sayfalar bayağı iyileşti, hatta GameShow döneminde de çok güzel sayfalar yaptığını düşünüyorum.

GameShow’da üstad deniliyordu artık ona. Çok profesyonelleşti. İlk başta kötü başladı, ama belki herkes kötü başlardı. Artistik yeteneği olmasa o kadar ilerleyemezdi.

 

64’ler dergisindeki kapak fotoğrafları falan nereden alınıyordu?

Yabancı dergilerden alınıyordu, posterlerden alınıyordu. Son sayılardaki kapakları MAC hazırlıyordu.

 

Abdurrahman Pala’yla çalışmayı anlatabilir misin? Zor muydu, kolay mıydı?

Kolaydı tabii, bir sorun yoktu. Piposunu içerdi, herkese ne yapacağını söylerdi bol bol, “Şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı,” diye. Ciddi bir insandı, öyle pek bir problemimiz olmazdı.

 

Yani sürtüşme falan yaşamazdınız.

Kaç yaşında adam yani. Zaten bizim derginin başarısını, yaşlı bir insanın teenage çağındaki çocuklarla dergi çıkartmasına bağlıyorum. O adamın sahip olduğu deneyim ve öngörüyle bize kol kanat germesi ve genç yaştaki bir arkadaş takımını organize edebilmesi… Ben buna bağlıyorum.

 

O kadar da yaşlı değilmiş aslında. Bana 1953 doğumlu olduğunu söylemişti (1988’de 35 yaşında).

Büyüktü ama ya. İki tane çocuğu vardı.

 

Derginin yanında kaset veya disket verelim gibi bir muhabbet döndü mü hiç?

Belki haberiniz yok ama biz de jelibon verdik! (Kahkahalar) Sucuk bile verecekti 64’ler, sen ne diyorsun?! O olmadı ama. Abdurrahman Abi Apikoğlu Sucukları reklamı alacaktı. Karşılığında da parasını sucuk olarak alacaktı. Sucukları da dergiyle dağıtacaktık! (Yarılıyoruz)

 

Dergide bir oyun dağılımı var mıydı? Mesela adventure gelirse şuna, simülasyon gelirse şuna verelim gibi…

Vardı. Sadece RPG çok problemliydi. Mert Gökkaya ile biz bir RPG sayfası hazırlayacaktık. Öyle kararlaştırmıştık. Sonra fazla rağbet görmeyeceği düşünülerek iptal edildi…

 

Zamanında çok bilgisayar değiştirmişsin birkaç yıl içinde. Bunun sebebi dönemin trendlerini takip etmek için miydi?

Sırasıyla Commodore, Amiga, PC… Evet, ama aynı zamanda daha iyi olan bilgisayara geçiyorsun. Olay sadece moda olması değildi yani. Amiga, C64’ten kat kat daha iyi bir bilgisayardı. PC’nin oyunları da Amiga’ya basardı. Devamlı bir gelişim durumu var. Upgrade yapmak gibi bir şeydi bu.

 

Ben 64’ler’de bir reklam görmüştüm – 1992’deki sayılarından birinde herhalde. Dergi, Beşiktaş Bilgisayar olarak PC reklamı veriyor. Diyor ki, “Amiga’ya daha düne kadar laf söyletmezdik, ama PC öyle bir geldi ki artık susmaktan başka çaremiz kalmadı.” Ve ondan sonraki sayı da (herhalde okurlardan tepki mektupları gelmiş ki çok) Abdurrahman Pala editör yazısında okurlara açıklama yazmak zorunda kalıyor!

Evet, Bahadır Akcan yaptı onu.

 

Peki 1990’ların başlarındaki Amigacı-PC’ci tartışmaları hakkında neler söyleyeceksin? O sıralardaki Amiga-PC fanatikliği de çoktu herhalde…

Tabii tabii, oluyordu yani. PC oyunlarına bir tepki vardı. Tepki aldık biz PC alınca. Ben PC’ci oldum. Param vardı, PC aldım. Amiga’yı sattım (gülüyor), ondan sonra da aforoz edildim dergide Amigacılar tarafından! Tabii o zaman sırf oyuna göre endeksleniyor insan… PC simülasyonlarda ve Sierra adventure’larında iyiydi, diğer adventure’larda kötüydü. Çünkü scroll yapamıyordu. Hafıza probleminden dolayı ekranı titreterek, kaydırarak ilerletebiliyordu. O yüzden arcade oynayamıyordun. Yalnızca simülasyon ve durağan grafikli adventure’larda iyiydi. Ama gerçekten de Amiga başka bir şeydi. Bir de şu oldu: Eskiden “Şu oyun iyi, bu oyun iyi,” diye tartışırdık, PC alındıktan sonra, “Senin kartın şu, benchmark’ı şu, benim kartım bu, benchmark’ı bu,” diye tartışmaya başladık. Olay PC‘de bir oyunu oynamaktan çok, “O oyunu nasıl çıkartabiliriz?”e kayıyordu. PC oyunculuğunda ruh öldü yani. Eskiden sırf oyunlar konuşulurdu. Herkesin bilgisayarı eşitti – sosyalist sistem gibi. PC oyunlarıysa PC’yi kasardı. Oynayamıyordu ki kimse. Strike Commander diye bir oyun vardı, o oyunu oynamak için baban çok paralı olacaktı yoksa oynayamazdın. Sierra, Origin, Strike Commander, Wing Commander… Wing Commander, biliyorsun, PC’nin en iyi oyunuydu ilk çıktığı zaman.

 

Sierra’nın bazı oyunları Amiga’yı da kasıyordu. Willy Beamish vardı hatırlar mısın?

12 disketti o. Değiştir değiştir dur!

 

Commodore Show’lara dergi olarak katılım oluyor muydu?

Stand açmadık ama ekip olarak Show’a gittik. Abdurrahman Pala dergi yazarlarını topladı ve bizi bilgisayar fuarına götürdü.

 

Peki stand açan başka dergiler oluyor muydu?

Olabilir, hatırlamıyorum. Amiga Dünyası açmıştır belki…

 

Commodore Show’lardaki ortamı anlatabilir misin? Neler oluyordu mesela?

Oyun satışları vardı. Yine korsandı yani. Korsan oyunları fuar için bekletirlerdi, sırf fuarda satışa sunarlardı. Firmalar yeni oyunları yılbaşına saklar ya, trader’lar cracker’lar da çok popüler oyunları fuara saklarlardı, orada daha ucuza satarlardı onları. Fuar promosyonu gibi düşün. Biz de fuara kadar az buçuk beklerdik oyunları. Last Ninja 3’ü iki buçuk sene bekledik mesela, ama beklediğimize değdi. En kaliteli oyunlarından biridir 64’ün. Külttür yani. Barbarian’ı da ilk orada görmüştüm. Amiga’da gördüğüm ilk oyundu.

 

Eskiden orijinal oyunlar kolay bulunabiliyor muydu?

Orijinal oyunlar insanlar istesen de kolay bulunmuyordu. Bazen dışarıdan hostes arkadaşlara getirtiyorduk! 64’ler dergisine toplamda üç tane mi, beş tane mi ne orijinal oyun gelmişti o kadar insanın eline. 64’ler dergisinde bulunduğum süre içinde üç tane kutulu oyun gördüm. PC oyunuydu hepsi de.

 

Profesyonel programları nereden buluyordunuz? Sayfa mizanpaj programları, vs…

PPage’de yapılıyordu sayfalar. Abdurrahman Pala da orijinalini almıştı.

 

Peki bu tarz programlar kullanmak isteyen biri bunları nereden bulabilirdi o zamanlar?

Bulmak zordu. Abdurrahman Abi arkadaşlarına getirtiyordu. PPage’i zaten başka hiçbir yerden alamazdın. Arkadaşları getirmişti.

 

64’lerin ekleri hakkındaki fikrin nedir? Mesela 64’ler Professional?

Onu biz yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Onun bir sayısında Abdurrahman Abi fırça attı. “Bu yaptığınız rezilliktir,” dedi. Yüzümüze gözümüze bulaştırmıştık. İstediğimiz gibi olmadı. Hatalı çıktı oldu. Beceremedik o işi.

 

64’ler Professional’ı çıkarmadaki amacınız neydi peki? Commodore dergisinin Program Döküm Eki benzeri bir şey yapmak mıydı?

Tabii ki, dergi kendini devamlı geliştirmek için arayış içindeydi. FRP köşeleri de olacaktı daha sonra. Olmadı ama. Yani devamlı kendimizi geliştirecek fikirler arıyorduk, o fikirlerden biriydi 64’ler Professional.

 

Dört sayı çıkmıştı galiba…

Son iki sayısı kötü olabilir, ya da hepsi kötüydü galiba hatırlamıyorum! Ama Abdurrahman Abi memnun değildi o ekten. Benim açımdan rezaletti.

 

Peki Sega Magazin?

Sega’nın şirket elemanları bize gelip gidiyordu. Sega var mıydı elimizde hatırlamıyorum, ama Sega’dan insanlar gelip gidiyordu. Sega’yı Türkiye’ye getiren şirketle işbirliği yapmıştı Abdurrahman Abi. Sega’nın yurtdışında çıkan dergisini İngilizceden tercüme edip Türkçe basmıştık.

 

Orada size ait telif yazı yoktu yani.

Sırf tercümeydi. Ufacık ufacıktı yazılar. Yabancı Sega dergisini Türkçeye çevirebiliyorduk, çünkü şirketle anlaşmalıydık. Telifte bir sorun yoktu.

 

Hazin sona doğru gelirsek… 64’ler’in battığını öğrendiğinizde tepkiniz ne oldu?

İnanamadık. Geçici bir durumdur dedik. Bir-iki ay sonra düzelir dedik. Fazla bir açıklama da yapılmadı, biz çok sonradan öğrendik. Emin de değiliz derginin neden kapandığına dair. Abdurrahman Abi konuşmadı.

 

“Bir-iki ay ara verdikten sonra bizi tekrar çağıracaklar,” diye mi düşünüyordunuz?

Evet, öyle şeyler düşünüyorduk. İnanamadık yani, düşünebiliyor musunuz, tirajlar iyiydi…

 

Yani Abdurrahman Pala size derginin ekonomik gidişatına dair bir şey söylemedi?

Söylemedi. Bir anda oldu. Çok iyi gidiyorduk. Bence Abdurrahman Abi’nin ticari hatası gümletti bizi. Dergi gayet güzel çıkıyordu. Hiçbir sorunumuz yoktu. Matbaanın parası ödeniyordu. Abdurrahman Abi batırdı dergiyi yanlışlıkla! (Gülüşmeler)

 

Peki Abdurrahman Pala’nın ticari hataları ne gibi hatalardı sence?

Bayilerle bir senet ya da hukuki anlaşma yapabilirdi. Bilgisayarcılardan paralarını alamadığı için battı. Belki bir hukuki sözleşme yapabilirdi o adamlarla. Ya da icraya verebilirdi o adamları. Bunları yapmaması doğru değildi bence. 64’ler öyle batacak bir dergi değildi. Kısacası 64’lerin batması muallâkta bir olaydır. Çünkü dört sene çıkarttı Abdurrahman Abi bu dergiyi. Tirajlarımız da gayet güzel gidiyordu. Nasıl gümledik muallâkta bir şey. Bilmiyoruz yani.

 

Alacaklarının %80’ini toplayamadığını söylemişti. Siz yazarlara bunu aksettiriyor muydu?

Yok yok. Hiç. Bir keresinde, “Paramız gitti,” dedi, başka bir şey demedi… Abdurrahman Pala bilgisayarcılardan alacaklarını tahsil edemedi, dergi battı. Sonra dergiyi bizim ebeveynlerimize satmaya çalıştı, “Vakıf kuruyorum,” falan diye. Sekiz-dokuz tane yazarın ebeveynini, dergiye para getirsinler diye, dergiyi vakfa çeviriyorum diye ortak etmeye çalıştı. 64’ler Vakfı olacaktı yani! Vakfa dönecekti bizim dergi, halka mal olacaktı. Böyle böyle acayip şeyler… (Gülüşmeler)

 

64’ler eğer batmasaydı, o ekonomik destek sağlansaydı, dergi bugün nerede olurdu? Ya da bugün hâlâ var olur muydu sence?

Bir derginin 10 seneden fazla ömrü olmuyor pek.

 

Level 15 senedir çıkıyor, ama arkasında holding var.

En uzun soluklu dergi hangisi piyasada? Aktüel mi?

 

Blue Jean 25 sene oldu mu?

Olabilir. 64’ler uzun soluklu bir dergi olabilirdi de olmayabilirdi de, tam bir şey diyemeyeceğim. Adanç’la 2003’e kadar gelirdi herhalde.

 

Neden 2003?

Adanç sıkılırdı sonra belki! (Gülüşmeler)

 

1992 sonunda bir anda bütün bilgisayar dergilerinin batmasının sebebi nedir peki? Önce 64’ler, sonra Commodore sonra Amiga Dünyası…

Valla o arada piyasa karışıktı herhalde ne diyeyim.

Rasim Mingü’ye göre

64’LER AHALİSİ

Apo Abİ

“Şu şöyle, bu böyle olmalı,” diyen bir adamdı. Olaylara entelektüel bir şekilde yaklaşırdı.

Fatma Pala

Her şeyi derleyip toplayan Fatma Abla’ydı. Abdurrahman Abi’ye destek olan oydu.

Rengİn Abla

Faturaları tutan, suya sabuna dokunmayan, başka da bir şey yapmayan biriydi. Abdurrahman Abi’ye “Abdurrahman” derdi. Yaşlı bir kadındı, kısa saçlıydı. Zayıf, uzun boyluydu.

MAC

Çok kültürlüydü. İnsan sevgisi çoktu. Çok hümanistti. Demokrattı. Endüstriyel kültüre, yani Batı kültürüne sahipti. Dergiyi Batı kültürüyle yönetti. Bizim kültürümüz onun kültürünün yanında çok ilkeldi. Onun gördüğü şeyleri biz göremiyorduk. Adam gerçekten de Türkiye standartlarının çok üzerindeydi o zamanlar.

ŞAHİN DERYA

Son derece bilgili bir insandı. Dedikleri doğruydu, tespitleri iyiydi.

OMAY

Gerçekten çok çalışkan ve titiz bir herifti. Yazı yazdı mı her şeyiyle yazardı. Onun “Merhaba arkadaşlar” diye bir sloganı vardı, her yazıya onunla başlardı. Marka olmuştu. Yazıları gereksiz uzatmak gibi bir alışkanlığı vardı. Mesela, “Joystick’i sola çekerseniz sola gider, sağa çekerseniz sağa gider, yukarı çekerseniz yukarı gider, aşağı çekerseniz aşağı gider,” gibi bir paragrafı vardır mutlaka!

BARIŞ YALÇINKAYA

Şu anda hocalık yapıyor galiba. O da yaratıcı yazarlardan biriydi.

BAHADIR AKCAN

Mühendis karakterli bir herifti. Süper yazılar yazardı teknik açıdan. Ve en verimli yazıları da o yazardı hatırladığım kadarıyla. Ama ona mıy mıy derlerdi. Mıy mıy diye konuştuğu için isim takmışlardı ona.

ORHAN CEVHER

Çok uçuk bir herifti. Zaman zaman garip davranışlar sergilese de zaman zaman çok uçuk performanslar sergileyebilirdi.  Hiç belli olmazdı. Mesela bizim birkaç kişi bitiremediğimiz bir adventure’ı tek başına 6 saatte bitirmişti. Tutucu bir insandı ama onun tutucu olmasının kapasitesini arttıran iyi yönleri de vardı.

 

Hadi 64’ler alacaklarını tahsil edemediği için battı, peki ya diğerleri?

Amiga Dünyası’nda ben vardım zaten. Mahmure [Ünyeli] Abla’yı tanıyorum. Sinan [Kömürlü] Abi’yi de tanırım. Mahmure Abla, kadıncağız, ağlamıştı dergi batınca, onu hatırlıyorum. Yani ağladığına göre herhalde zoraki bir sebeple batmıştı.

 

64’ler battıktan sonra Beşiktaş Bilgisayar’ın hali ne oldu?

Adanç oralarda takıldı dergi battıktan sonra 4–5 ay. Ben de 1–2 ay takıldım diye hatırlıyorum. Sonra derginin çıkmayacağını anladım. Gitmeyi seçtim. Amiga Dünyası’na gittim. Orada da arkadaşlarım vardı. Sonunda Adanç ilgiyi kesince biz de kestik.

 

Diğer dergilerin yazarlarıyla aranız var mıydı?

Benim vardı şahsen.

 

Genel olarak farklı dergi yazarlarının birbirleriyle muhabbeti oluyor muydu, yoksa bir rekabet, bir sürtüşme, sevmeme, hoşlanmama gibi bir şey mi vardı?

Abdurrahman Abi sevmezdi öyle şeyleri…

 

Şöyle sorayım: Zihniyet, “Piyasa niye daha fazla büyümüyor? Keşke daha fazla dergi olsa,” gibi bir zihniyet miydi, yoksa “Rakip kalmasın,” gibi bir zihniyet mi?

“Piyasa daha da büyüsün” gibi bir zihniyet vardı. Hatta ben Amiga Dünyası’nda Mahmure Abla’ya görüşmüştüm 64’ler battığında, çok üzülmüştü. “Öyle bir derginin kapanması bizi çok üzdü,” demişti yani.

 

Yazarlar arasındaki muhabbet nasıldı peki? Bir gruplaşma oluyor muydu, yoksa arkadaşlık-dostluk mu vardı? Yani, “Vay sen Amiga Dünyası’ndansın - biz 64’ler’deniz,” gibi bir şey var mıydı?

Arkadaş, dosttuk. Ortam öyleydi. Zaten 64’ler dışında iki tane dergi vardı, onlarda da oyunlar çok amatör tarzda yazılıyordu. Yani 64’ler’in oyuncu kadrosu vardı, Amiga Dünyası’nda veya Commodore’daysa birkaç tane oyun yazarı vardı. Geri kalan hepsi programcılardı. Onlar bizim tanımadığımız büyük büyük insanlardı. Kimisi orada çalışıyor, kimisi burada çalışıyor…

 

Onlar tam anlamıyla oyun dergisi de değildi zaten. Bir tek 64’ler dergisi oyun dergisiydi…

Bir tek 64’ler oyun dergisiydi. Diğerleri değildi. Diğerleriyle alakamız yoktu. Onlar büyük kişiler tarafından, profesyoneller tarafından yazılıyordu.

 

Dönemin diğer dergileri hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. Mesela Commodore?

Osman Babaoğlu’nun sakalını hatırlıyorum! Bir kere onlar bizden bariz bir şekilde daha iyiydi çünkü Commodore dergisi çok kapsamlı ve profesyonel bir dergiydi. O zamanki Commodore kalitesindeki bir dergiyi şu an ancak Doğan Holding falan çıkartabilir. Ben öyle düşünüyorum. Psikiyatristler, elektronikçiler, sosyologlar, dilbilimciler… Her şey vardı dergide. Öyle bir dergi ancak bir yayınevinden veya bir şirketten çıkabilirdi. Amatör bir oluşum değildi Commodore dergisi. Bakkalda bile satılıyordu. Bayiye geliyordu. Bayağı yaygındı. Fazla da kimse bilmezdi. O zaman zaten sınıfta bir-iki kişinin bilgisayarı vardı. C64’ü olan çok azdı.

 

Amiga Dünyası?

Hem profesyonelliği hem de amatörlüğü birleştiren bir dergiydi. Hem amatör ruhu vardı hem de profesyoneldi. Gerçekten insanlara bir şeyler vermeye çalışan bir dergiydi diye hatırlıyorum. Orda Tunç Dindaş, İlhan İrem gibi yazarlar vardı. Yani underground otoriteler ve sanatkârlar diyeyim. Onlar çıkartıyordu o dergiyi. Bayağı iyi bir dergiydi. Sırf programlama değil multimedya üzerine de birçok dersler vardı. Çizim programları, müzik programları, resim programları… Hepsi vardı. Ben Amiga Dünyası’nın son sayılarında oradaydım. 64’ler kapandıktan sonra Amiga Dünyası’na geçtim, orada yazar oldum. Amiga Dünyası’nın oyun bölümü bize göre çok amatördü. Onlar programcılıkta iyiydi, biz oyunda iyiydik. Oyun açıklamaları çok yanlışlarla doluydu ve amatörceydi.

 

Yabancı dergileri takip edebiliyor muydun?

Bize geliyordu onlar. İki ay, üç ay gecikmeli geliyordu. Hepsini takip ederdim. Computer & Video Games gelirdi, Almanca bir Commodore dergisi vardı. Onları takip ederdim.

 

Peki, 1992 sonrası çıkan dergileri takip ettin mi? Amiga Dergisi, Megamiga, GameShow…

Ben takip etmedim onları. 1992’den sonra oyunlar PC’de çıkmaya başladı. Gidip de GameShow’u almazdım açıkçası, Gamespot’u takip ederdim. Ama oyunlarla alakam hep oldu, hayatımı oyun oynayarak geçirdim.

 

GameShow benim gözümde 64’ler’in uzantısı gibi bir şeydir. Murat Adanç var, Şahin Derya var, Bahadır Akcan’ın, Omay’ın yazıları var…

O sıralar çalkantılı ve duygusal bir dönemdeydim, kopmuştum hayattan yani. Bilgisayar oyunları oynardım da, içime kapanmıştım, çok takip etmedim yani.

 

Oyuncu olmak hayatında profesyonel anlamda bir işe yaradı mı?

İngilizcem gelişti. İkincisi, analiz kabiliyetimi çok geliştirdiğimi söylüyor arkadaşlar. Durup dururken, “Bilgisayar oyunları senin analiz kabiliyetini çok iyi geliştirmiş,” diyorlar. Bilgisayar oyunlarının insanın analitik düşünmesi, hayatta başarılı olması için gerekli analiz kabiliyetini kazandırdığına inanıyorum. Bilgisayar oyunu oynayan herkesin analiz kabiliyeti az ya da çok gelişir. Bu benim teorim.

 

En başta sormam gereken soruyu şimdi soracağım ama bilgisayarlarla tanışman nasıl oldu?

11-12 yaşıma rastlar. Commodore 64’le başladım. Atari’yle tanıştım; Atari 2600’le oynardım. İyi bir şey değil bilgisayar oyunları, ben çok sevmiyorum. Hele o dönemdeki çocukların dimağı için iyi görmüyorum. Zaman kaybı şeyler, ama refleksleri geliştiriyor bilgisayar oyunları, biliyorsunuz. Artı stratejik ve analitik düşünme… Bir sürü artısı var. Ama bence bilgisayar oyunu oynayacağına akıl oyunları oyna. Akıl problemleri bilmece problemleri falan yapılsın. Oyun türünde olmasın. Daha faydalı olur. İlla ki oyun olacak diye bir şey yok. Renk cümbüşü yapmaya gerek yok. Kısacası bilgisayar oyunlarını çok desteklemiyorum. Daha çok asosyalleştirici ve zaman öldürücü etkileri var.

 

Eğer evli olsaydın, çocuğun olsaydı, ona oyun oynatır mıydın?

Oynatırdım ama kontrollü oynatırdım. Çünkü çağımızın kabul edilen bir şeyi, bilgisayar oyunlarının analiz kabiliyetini arttırdığına inanıyorum. Stratejik düşünmeyi geliştirdiğine inanıyorum, ama çok kontrollü olması gerekiyor. Daha çok kitap okuturdum bol bol. Her şeyin fazlası zarar. Bilgisayar oyunlarının bir parça olması gerektiğine inanıyorum. Haftada beş saat falan yani… Öyle bir şey ki meret, kaptırıyorsun, iki gün üst üste kalkamıyorsun başından.

 

Bilgisayar oyunlarını çocukların gelişimi açısından zararlı görüyorsun yani.

Çok iyi bulmuyorum. İnsanı sapıttıran şeyler bana göre. Saptırıyor yani. İyi bulmuyorum açıkçası. Ben öyle düşünüyorum.

 

…ama hâlâ oynuyorsun!

(Gülüyor) Oynuyorum. Kendimi kaptırdım. O artık hobim oldu benim. Kanıma girdi. Bağımlılık oldu.

 

Peki senin gibi zamanında kendini oyunlara adamış birinin şimdi böyle eleştirel yaklaşması biraz enteresan değil mi?

Onun özel bir sebebi var. Ben çok içime kapanıktım. Çevremden hep kaçardım. Bilgisayar oyunlarında buldum kendi dünyamı. Özel sebebi o. Kısacası ben hissederdim bilgisayar oyunları oynamamam gerektiğini, ama çevremdeki insanlara sırt çevirdiğim için oyunlara veriyordum kendimi. Bir nevi toplumdan kaçış diyelim yani.

 

Çocuğun bir gün gelse, “Baba biz dergi kuracağız, dergi batıracağız,” dese seninle aynı şeyleri yaşamasını ister miydin?

İstemezdim, çünkü o şeyler en başta komik, hoş gözükse de benim yaşıma gelince daha başka yerlere yönlenmesini isterdim. Daha profesyonel yerlere gelmesini isterdim. Çünkü hayatı oyunla geçirmek belli bir yere getirmiyor insanı. O dönemde güzel şeyler belki, ama yanlış şeyler. Belli bir yaştan sonra çekilmez oluyor.

                      

Neyi kastediyorsun?

Bize çok ucuza çıkarttırıyorlardı dergiyi. Ama Amiga Dünyası’nda da aynıydı. Her yerde yani, nereye gidersen git. Kısacası şöyle değiştirelim onu: O zamanki dergicilik sektörü (şimdi de öyle olabilir belki, bilmiyorum) yazılara verilen emeğe çok az para veriyordu. İnsanlar sırf ismim çıksın diye uğraşırdı, para birinci planda değildi yazarlar için. Bugünün parasıyla 75 TL falan veriyorlardı 2-3 sayfalık bir oyun incelemesi için. Bu kullanılma anlamına geliyor. Gençliğimizi, emeğimizi, saatlerimizi veriyoruz, 75 TL para alıyoruz dergiden. Toplasan bugünün parasıyla derginin en fazla 1000-2000 TL yazar masrafı vardı, daha fazla değildi. Amiga Dünyası da böyleydi ama. Mahmure Abla da para vermiyordu. Yani özetle oyun dergileri yazarlara para vermezdi. Ama şu anda Level da öyleymiş galiba. Ümit Öncel öyle dedi bana. Orada da az para veriliyormuş. Yani şöyle diyelim: Oyun dergilerinin düşük ücret politikası uygulaması bence yanlıştı.

 

O zaman sizin yaptığınız daha ziyade bir dergide yazar olmanın keyfini yaşamak gibi bir şey…

Kim yazacak, kim yazamayacak olayı… Gençler, çocuklar arasında olur ya, dergiye kim yazdı, kim yazmadı meselesi.

 

Ya da kulübe dâhil olmak meselesi.

Evet, kulübe dâhil olmak meselesi.

 

64’ler’de “şunu iyi ki yaptık” ya da “keşke şunu yapmasaydık” dediğin, derginin gidişatını etkileyen bir karar var mıydı?

Açıkça söylemek gerekirse Adanç’ın dergiyi bir askerî zeminden, misyondan birazcık da olsa kaydırması benim hoşuma gitmedi. Benim hata olarak gördüğüm şey bu. Çünkü (Adanç söyledi bana) Gameshow’da da yaşandı bu: Adanç geliyor, mavra yapıyor, mavra yapıyor, genç çocuklar bunları okuyorlar, oyun açıklaması yerine, açıklamanın yarısını mavra olarak yazıyorlar. Yani mavra oyunu öldürüyor. Demek istediğim, belli bir aile ortamı kuruluyor, yani resmen bir Brezilya dizisi izlemeye başlıyorsun.

 

Ya da sit-com gibi bir şey!

Yalan Rüzgârı gibi diyelim! “Aa Adanç şunu yapmış, aa Omay bunu yapmış,” falan diye görüyorlar. Ama dergiyi sıfırdan alan adam, “Omay kim ya? Bu adam ne yazmış ya? Bana ne ya?” diye dergiyi atıyor. Adanç buna karşıydı.

 

Herhalde o eğlenceli şeyler olsun, ama biraz dengeli olsun diye düşünüyordu.

Kadroya doğrusunu yazdırtamıyordu. Kendisi de eğlence yapmak istiyordu ama eğlenceyi derginin belli bir kısmında ve kendi kontrolünde tutmak istiyordu. Dozajlı yapmak istiyordu. Ama diğer yazarların hepsi de mavraya kaçınca, olayı abartınca eğlence dozajı kaçıp, oyun açıklamasından çıkıp şova döndü. Bunu Gameshow’da da hiç sevmiyordu. Belki Gameshow’u da bir ihtimal o yüzden bıraktı. Çünkü bunu Adanç’a söyledim. “Murat, sen sayfalarında mavra yapıyorsun, diğer yazarlar da seni örnek alıp komple eğlence yazıyorlar. Dergi oyun açıklamalarından çok eğlence oluyor,” dedim. “Ya çözmüşsün, helal olsun, ben de çok muzdaribim o olaydan,” dedi. Aslında bu yapılabilecek bir şey de, personeli eğitmesi lazım. Demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Yani ben bu işi kontrollü götüreceğim, sayfalarımda insanları gülümseteceğim, ama bu kadar. Geri kalanında profesyonel, askerî usul dergi okuyacak insanlar. Almaları gerekeni alacaklar. İşte bunu oturtamadı. Ama Adanç’ın da ticari başarısı vardır. Bunları yapması 64’ler’in tirajını düşürmedi, arttırdı bile. Biz 4000’den 7000’e çıktık Adanç’ın son zamanlarında bildiğim kadarıyla. Biz satıyorduk aslında, bizi Abdurrahman Abi’nin kötü yönetimi batırdı.

 

Sen 64’lerdeyken de bu duruma böyle eleştirel yaklaşıyor muydun, yoksa sonradan mı böyle düşünmeye başladın?

Sonradan. O zamanlar biz de kapılmıştık. Biz de sulandırdık yazıları Adanç’ın etkisiyle.

 

Okuyucular, “Siz oyun açıklayın, bunların oyun dergisinde ne işi var?” gibi olumsuz tepkiler veriyorlar mıydı?

Aramızda aşırı samimiyet olduğundan birbirimize kapılıyorduk. Herkes birbiriyle kanka gibiydi. Öyle entelektüel bir tartışma yapılmıyordu yani. Paso eğleniyorduk.

 

O zaman okuyucular genel olarak derginin gidişatından, 64’ler’deki değişimden hoşnuttular, değil mi?

MAC çok değiştirdi. Okuyucular MAC’in fanatiği oldular. Yani MAC dergiyi ele geçirdi diyelim (gülüyor)! Ondan sonra tamamen mavra olayı başlamıştır. Hatta belki dünyada bile denenmemiştir. Belki hâlâ örneği yoktur Adanç’ın yaptığı şeyin. En azından ben görmedim!

 

Eğlenceli dergiler var, ama bu ‘Türk tipi oyun dergisi’ konseptine ben başka bir yerde rastlamadım!

Mesela Another World’ü açıklamıştım. Orada bir yerde ‘vektör sprite’ dedim. Sprite ne biliyorsunuz, vektör de ne biliyorsunuz… Oyundaki adam vektörden yapılmıştı. Ben de onu sprite’a benzettim, “Bitmap grafik üzerine vektör sprite’lı bir oyundur,” dedim. MAC de parantez açmış: “Vektör sprite teriminin 64’ler’le hiçbir alakası yoktur. Tamamen Rasim’in uydurmasıdır,” falan diye… Bir yazıda da, “Hep kahraman olmak istemişimdir. MAC vampir çıksa da kazığı ben çaksam,” yazmıştım. Onu silmemiş, yanına, “Rasim dergiye gelmese de kafamı dinlesem,” diye yazmış…  Bu tip şeyler hâlâ kullanılmıyor hiçbir dergide. Komple derginin her şeyine girerdi yani.

 

Sence Türkiye’de mavra ve yazı ciddiyeti dengesini ayarlayabilen bir dergi oldu mu?

Bilmem, ama Oyungezer ayarlıyordur herhalde.

 

Okuyor musun?

Hayır, ama kapaklarından takip ettiğim kadarıyla! (Gülüşmeler) PC Gamer diye bir dergi vardı, o da ansiklopedi gibiydi.

 

64’ler kapandıktan sonra çıkan, son 15-20 yılın aklında kalan en iyi oyunları hangileri?

Apache Longbow, Civilization, Sanitarium, Grim Fandango… Descent 3 vardı. Diablo’yu sevmedim…

 

Warcraft, Starcraft falan?

Oynadım onları da, onlar çok etkilemedi beni.

 

MMORPG’ler hakkında ne düşünüyorsun? Hani 300,000 kişinin beraber oynadığı sonu gelmeyen oyunlar var ya…

Geri zekâlılık olduğunu düşünüyorum. Repetitive bir şey yani o.

 

İnsanların sanal item’ları gerçek paralara alıp sattığı, sanal karakterleri 1000 dolara falan alıp sattığı…

O tam manyaklık yani… Valla ben tasvip etmiyorum. IRC vardı bir zamanlar... Belki IRC gibi bir deneyim olarak, insanların sosyalleştiği bir ortam olarak düşünülebilir orası. Afterlife diye bir şey gördüm mesela televizyonda, o güzel. World of Warcraft da öyle… Ama World of Warcraft anladığım kadarıyla biraz repetitive. Level atlamak için sürekli aynı şeyleri yapıyorsun. Bir de çok daha fazla zaman alıyor. Mesela computer RPG’lerin senaryosunu 15 saatte bitirir, doyumunu alırsınız. World of Warcraft’tan doyum almak içinse günde altı saat sürekli oynamanız lazım. Yani çok büyük bir zaman kaybı…

 

İleride online oyun piyasasının bu hale gelebileceği düşünülebilir miydi?

Yok, onu hiç kimse öngöremezdi yani. Ama şu var: Bizim dönemimizde de fanatikler vardı. Mesela çocuğun birisi çatıya çıkmış, flying büyüsü yapmış, atlamış ölmüş!

 

Türkiye’de mi?

Onu tam bilmiyorum. Mert Gökkaya anlatmıştı. Çıkıyor, flying büyüsünün sözlerini okuyor, atlıyor, ölüyor! Küçük bir çocuk herhalde... O zaman da fanatikler vardı.

 

Piyasanın gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? 1998-99’dan sonra 3D hızlandırıcı kartlar çıkmaya başladı. Artık aldı başını gitti de, 3D devrimi başlamadan önce sanki biraz daha oyunun güzelliğine, oynanabilirliğine yükleniyordu herkes; şimdiyse herkes daha çok grafik ve seslere yatırım yapmaya başladı…

…ve bıktı insanlar. Mesela ben Wolfenstein’ı bitirdim, Doom’u bitirdim, Half-Life’ları bitirdim. Neredeyse 30 tane FPS bitirdim. FPS’nin artık en babası gelse oynamıyorum, sıkıntı basıyor çünkü. Hep aynı şeyler. Benim bir arkadaşım vardı o da FPS oynayamıyordu; çok oynayınca bıkmıştı. FPS adına çıkan şeylerin yarısını çöpe atın.

 

Son zamanlarda beğendiğin bir uzay simülasyonu çıktı mı?

X3 çıktı. Yeni çıktı o da, ama 2007’den beri doğru düzgün bir fütüristik simülasyon yok.

 

Yeni çıkan iyi adventure da yok herhalde.

Adventure’lar çok kötü puan alıyor. Son çıkan adventure’lardan iyi puan alan bir iki tane var.

 

Skyrim’i oynadın mı?

Oynadım biraz.

 

Beğendin mi?

Beğendim de beğenmedim de. 9 puan aldı biliyorsunuz o oyun.

 

İlk Elder Scrolls’la ya da Daggerfall’la falan karşılaştırılınca…

…onlarla kıyas kabul etmez. Onlar çok daha primitif şeyler, Arena falan… Elder Scrolls’da beğenmediğim şey sinematiğinin olmaması. Demek istediğimi şöyle anlatayım, ne yaparsanız yapın karşınıza çıkan şey bir adamın başka bir şey söylemesi ya da biraz animasyonlar, hareketler yapması. Bundan ibaret. Oyunda komple bir sinematik, komple bir değişim yok yani. Biraz kısırdöngü, kapalı kutu gibi geldiği için sevmedim. Belki ileride oynarım.

 

Futbol falan?

Spor oyunlarını pek sevmem. Ben RPG, adventure, simülasyon seviyorum.

 

Crysis hakkında ne düşünüyorsun?

Birincisini bitirdim. Üç-dört sene oluyor. İkincisi de çıktı. İkincisini oynamadım, ama birincisini bitirmiştim.

 

64’ler’in kapanmasından bu yana 20 sene geçti. Bilgisayar ve oyun sektörü açısından Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl buluyorsun?

Türkiye çok gelişti, buna inanıyorum. Türkiye’ye artık geri kalmış bir ülke gözüyle bakılamaz. Bir sürü dergi çıkıyor, bir sürü kanal var. Her şey var. Çok kitap okumuyoruz ama eskiden bu kadar kitap çeşidi yoktu, bu kadar profesyonel kitaplar gelmiyordu. Ama insanlarda amatör ruh öldü. İnsanlar biraz robotlaştı. Teknik bakımdan geliştiler, vizyonlar gelişti, ama amatör ruhta insan pek fazla yok artık. Oyun sektörüne bakarsak, eski oyunları daha özgün, yeni oyunlarıysa daha gelişmiş bulurum. Bilgisayar yazarlığı açısından bakarsak, bence eski yazarlar daha altyapılı daha profesyonel insanlardı. Şimdilerde teknik analiz daha gelişmiş, daha profesyonel, ama daha dar kalıplarda şeyler çıkıyor yazarlık vizyonu olarak (Gamespot, Level, Oyungezer gibi dergilerden edindiğim izlenimlerle). Yeni oyunları daha fazla para harcanan, daha gereksiz şeyler olarak görüyorum.

 

Eskiden yazarların çoğu kendileri yazardı. Bugünkü dergilerdeki yazılar özgün mü değil mi, ben bir okuyucu olarak bundan çok emin olamıyorum.

Biz üç ay uğraşır, bir tuşun bile ne işe yaradığını çözmeye çalışırdık. Kendimiz uğraşırdık, her şeyi kendimiz çözmeye çalışırdık. Mesela simülasyon yazarken Alt tuşuna basar bütün tuşları denerdim, Shift’e basar bütün tuşları denerdim. Bütün tuşları çözmek gerekiyordu. Şöyle diyeyim: Eninde sonunda birisi kendi çözmek zorunda kalıyor. Şirkete açıp telefonla soramıyor. Ama ben Abdurrahman Pala’nın dediğine inanmıyorum. Yani Level’ın Gamespot’u açıp da oradaki yazıları okuyup da bunları biraz değiştirip yazdığına inanmıyorum. İnandırıcı gelmedi bana. Onun kastettiği şey, yabancı sitelerden okuyup, Türkçeye çevirip biraz değiştirip yazmak. Eskiden bu yoktu. Bizim de elimizde kaynak olarak bir tek Computer & Video Games vardı. İnternet yoktu. Manual yoktu. İngilizce yoktu!

                         

Şimdi pek bilinmeyen bir konuya gelelim… 1999-2000 gibi 64’ler’i yeniden çıkarma projeni anlatabilir misin? Fikir kimden çıktı?

Benden çıktı. 1996 veya 1997’de annem vefat etmişti. Miras kaldı. Miras kalınca bana biri geldi, “Bilmemnerede arsanız var, satıyor musunuz?” dedi. “Bakalım,” falan dedik. Arsa bayağı değerli çıktı. Ondan sonra IRC’de sohbet ediyorduk, IRC vardı o zamanlar. 64’ler yine olsaydı diye sohbet ediyorduk. O zaman şimşek çaktı kafamda. Ulan arsa da var, sermaye yaparız, 64’ler’i bir daha çıkartırız diye düşündüm. Hani un var, şeker var, yağ var, niye helva yapmıyorsun gibi bir şey. Ondan sonra Adanç’ı bulduk ICQ’da. “64’ler’i yeniden çıkartmayı düşünüyorum,” dedim. O da, “Güzel bir fantezi,” dedi – ilk lafı. Ben, “Çok istekliyim,” dedim. Hadi ya, falan... “Artık genç değiliz,” dedi, “yapamayız,” dedi. “Neden olmasın?” dedim, “Deneyelim,” dedim. “Tamam,” dedi.

 

Mirastan bahsettin mi?

“Arsam var,” dedim, “arsamı satacağım,” dedim. Üç-beş ay arsayı satmaya çalıştık biz. O sırada ben iç yapılanma yaptım arsayı satacağımızı düşünüp. 5–6 ay uğraştık bu işle. Birkaç yazar toparladık. Bir de ben IRC’de (Aidata IRC sunucusuydu sanırım) bütün herkese kulaktan kulağa şeklinde yaydım derginin altı ay sonra çıkacağını. Yani tanıtım politikası yaptım IRC’de. Sonra arsayı (kardeşim de ortaktı) uygun fiyata satamadık. Kriz vardı, donmuştu piyasa. O sırada Adanç da dergide editörlük mü yapacağını, köşe mi yazacağını sordu. On sayfa da kendisinin yazmasının gerektiğini söyledi aç kalmamak için. Çünkü kendi yaptığı işi bırakmak zorunda kalacaktı bu proje olursa. “Derginin sayfalarını da benim yapmam lazım,” dedi. “Yoksa aç kalırım,” dedi. Ben de, “Tamam,” dedim. O, o zaman Almanya’da bir reklam şirketinde grafikerlik yapıyordu. O işi komple bırakacaktı 64’ler için. Ve derginin bütün sayfalarını yapmayı talep etti. Bu işin başkasına verilmemesini şart olarak koştu, “Yoksa yapmam,” dedi. Ben de, “Tamam,” dedim. Sonra baktık, arsayı satamıyoruz. Ben o sırada birisiyle tanıştım. “Ben dergi çıkarıyorum ve laboratuar makineleri getiriyorum,” dedi adam. “İlgilerinim senin işinle,” dedi. “Tamam,” dedik, anlaştık. Ben gittim, derginin tanıtımını yaptım orada. İki ortaktı bunlar. Kabul ettiler. Bize hukuki sözleşme verdiler - şu tarihe yetişecektir, şu sayıda basılacaktır, şu tazminatlar söz konusudur falan diye. Artı biz istediğimiz her kelimeyi yazabilecektik, bize karışamayacaklardı. Öyle karşılıklı bir sözleşmeydi. Dergi çıkartacaklarla yayın grubu arasında bir sözleşme hazırladılar. Ben Adanç’a da gönderdim imzalaması için onu. Ondan sonra oradaki adam su koyuverdi. Maliyeti kurtarmıyormuş. Piyasayı araştırmış, 5000 tirajı olurmuş, onu kurtarmazmış dedi. Olay da orada kapandı.

 

Eğer o adam öyle bir şey yapmasaydı…

…o yayın grubuyla çıkacaktık. Medikal malzeme (ölçüm cihazları) satıyorlardı. Bir tane medikal dergileri vardı. Çok parası vardı adamın. Villası vardı, paraya para demiyordu. Ama olmadı.

 

Peki başka bir yayın grubuyla konuşmayı düşünmediniz mi?

E canımız çıkıyordu. Emir’le (Akaydın) gittik bu arada. Emir’le ikimiz uğraştık bu işle. Daha fazla da uğraşmak istemedik, canımız çıktı. Zaten kriz vardı. Çıksaydı da batardık bence.

 

Yeni derginin adı da 64’ler mi olacaktı?

Adanç farklı bir isim konulmasını istiyordu. “Yeni bir isim bulalım, eskisi gibi olmasın,” demişti.

 

Bugün matbaa ve yayıncı hazır olsa, sana ekibi tekrar topla deseler, böyle bir işe tekrar girer misin?

Yok, girmem. Çünkü yaşlandık artık. Belki o dönemde de giremezdik. Çünkü oyunlar çok değişti. Bir de belli bir yaştan sonra insan şartlanıyor. Sıfırdan yeni oyun tarzlarına adapte olamayız. Ama Adanç’ın sanatsal yönetmenliğini yapacağı yeni bir dergi olabilir. Ama eski yazarları toparlayamazsın. Yine oyun konulu bir dergi olur. Editörlüğünü, sanat yönetmenliğini Adanç yapabilir hâlâ, ama yanına yeni nesilden, oyun yazarlığından anlayan adamlar lazım. Eski neslin devri kapandı. Ben de, mesela, kendime güvenemiyorum. Bugün deseler, “Gel seni X dergisinde yazar yapalım,” diye, ben durur düşünürüm. Yeni oyunlara uyum sağlamam lazım. Kendime güvenemiyorum. Oyun açıklamak için beynin “alıyor” olması lazım. Sadece piyasayı takip etmek yetmiyor. Detaylar var, bilmemneler var. İnsan bir yaştan sonra bunlarla uğraşmak istemiyor.

 

Bir de geçmişin fazla rahatsız edilmemesinde fayda var bence. GameShow onu yaptı, ikinci defa çıktı, ilki kadar başarılı olamadı. Herkesin sevdiği ilk imajını da zedeledi biraz. O yüzden, “Hadi tekrar çıkarıyoruz,” şeklindeki bir girişime ben biraz soğuk bakardım açıkçası.

64’ler bir daha çıkamaz, çok şey değişti. MAC bir dergi çıkartabilir. Adanç şu anda da gelse, oyun dünyasında bir dergiye el atsa, bugün de adapte olur, ama 64’ler bir daha çıkamaz bence. Çünkü MAC gençliğinden bir şey kaybetmedi, hâlâ dinamik bir herif yani. Son halini gördünüz mü bilmiyorum. Şahin görmüş, hiç değişmemiş tipi falan. Aynı Adanç - biraz tepesi açılmış! Diğer her şeyiyle aynıymış.

 

Anasayfaya dönüş


Bu rötarlı röportaj 24 Aralık 2011 ve 4 Ağustos 2012 tarihlerinde Deniz Can Çelik ve Ufuk Çetinkaya tarafından yapılmıştır. Kopyalamayın çünkü düzenleyene kadar göbeğim çatladı. Rasim Mingü'ye teşekkürlerle...
Yayınlanma tarihi: 17 Ağustos 2014