Ben: Kendini bize tanıtır mısın?
Turbo: 1971 doğumluyum. İlk bilgisayarımı 83'te Spectum satın aldım, babam aldı rahmetli... Zaten küçüklüğümden beri bilgisayara merağım vardı. Resim zaten yapıyordum, yani kendimi bildiğimden beri resim yapıyordum, böyle çizgi romanlar, bir şeyler... Karalıyordum hep açıkçası. 83'te bilgisayarı satın aldıktan sonra Spectrum hani böyle televizyonlarda yeni görüyorduk filmlerde falan filan, "Oo nasıl oluyo?" falan, böyle soruyorsun-cevaplıyor gibi bir tavır vardı. Bilgisayarı aldıktan sonra, ilk bir sene ne olduğunu anlayamadım olayın. Yani program yüklemesini bilmiyordum, danışabileceğim bir yer de yoktu. Spectrum'um bir game kitabı vardı böyle, ordan bilgisayar oyunlarını yazıp, çalıştırıp (BASIC'te yazılmış oyunlardı bunlar), canım sıkıldığı zaman kapatıp bir daha yazıyordum falan. Sonra teypten oyun yüklemeyi çözdüm, yani oyunların satıldığını gördüm. O zamanlar Sirkeci'de dükkanlar vardı, Spectrum oyunları satan yerler... O dönemler Bakırköy tarafında oturuyorduk. Yakacık tarafına taşındık sonra. Kadıköy'de Byte Computer diye bir yer vardı. Derya Abi'ydi sahibi. Spectrum için mühim bir yerdi orası. Bütün oyunlar ona gelir, o dağıtırdı. Byte'a gidip gelmeye başladıktan sonra oyunları çoğaltmayı gördüm orda. Kendim oyunları çoğaltıp, o zaman Hey diye bir müzik dergisi vardı, o Hey dergisine reklamlar veriyordum. "20 tane oyun tek kasette, Spectrum oyunları satılır" diye. Malice'le tanıştım, Mehmet Ali Şahin'le. O da Spectrum'cuydu. Biz onunla yazışmaya, daha böyle detaylı muhabbetlere başladık. Nasıl program yazılır, grafik yapılır falan... O çünkü programcıydı ve bir yönden grafik nasıl yapılır Spectrum'da biliyordu. O konularda bana yardımcı oldu.
Ben: Hatta Amiga Dünyası'nda "Grafik Teknikleri" köşesini beraber hazırladınız...
Turbo: Bir ara beraber yazdık. Belli bir süre, benim yoğun olduğum dönemlerde o yazdı. Biz o zaman Microstate diye bir grup kurduk. Yazılım grubuydu aslında.
Ben: Zombie Boys'tan önce...
Turbo: Tabii, Zombie Boys'tan önce bunlar. Microstate'te bilgisayar oyunu yapıyorduk aslında. Yani bilgisayar oyunları yazan bir team'dik aslında. Öyle crack yapmak falan filan gibi fikirler yoktu. Artık 500'e doğru, 1987'de, Sinclair User dergisine oyunları gönderecek aşamaya gelmiştik. Machine code rutinli, compile edilmiş, Basic'le böyle bilgisayar oyunları yapmaya başladık.
Ben: Epey bir oyun yaptınız o zaman...
Turbo: Valla benim hatırladığım 2 tane ama Malice'in de yaptığı bir 3-4 tane daha oyun var. Hatırlamıyorum yani açıkçası.
Ben: O oyunlar var mı sende? Kayıp mı yoksa?
Turbo: Aaa yok, hiçbir şey yok... Ondan sonra, 87'nin sonuna doğru Amiga'yı aldık. Gerçi 87'den önce de, benim bir arkadaşım vardı, Miko, onun Commodore 128D'si vardı, onun 128D'sinde de biz Zombie Boys'u kurduk. Yani Zombie Boys isminin çıkış noktası da şey zaten, o dönemlerde zombi filmlerini çok seviyorduk, Zombie Boys falan filan diye öyle kurmuştuk. İşte bu programcılık, oyun yapmak falan filan denemelerini Commodore 128D'de yaptık. Sonra ben Amiga 500'ü aldım. 500'ü aldıktan sonra, grafik bilgim de vardı, biraz programcılık bilgim de vardı, hemen machine code'a başladım. Çünkü o döneme kadar Basic'i artık yemiş yutmuştum. 87'den sonra Zombie Boys'u kurduk, daha faal bir şekilde Amiga'da başladık.
Ben: Peki, Commodore'da yazmaya nasıl başladın?
Turbo: Commodore'da yazmak... Aslında çok komik bir hikâyesi var onun. TACS From Turkey'den Burak Kiper diye bir çocuk vardı. Burak Kiper'le tanıştık biz. Onun Sinan diye bir arkadaşı vardı, Sinan Erel. O, Commodore dergisinde yazı yazıyordu. Biz Sinan'la tanıştık, Sinan dergide yazı yazıyordu ama aslına bakarsan Burak oyun yazma kısmını onun başına yıkmıştı ve o da böyle pek yazmak istemiyordu. Dergiye beni tavsiye etmişti Sinan, "Tunç da yazsın yazı," diye. Ama dergi istemedi benim yazmamı. Ben ilk 3-4 ay, belki de 5 ay Sinan'ın ismini kullanarak dergiye yazı yazdım.
Ben: Yani Sinan'ın imzası olan yazılar sana aitti.
Turbo: Evet, bana aitti. Sonra, Turhan Abi vardı o zaman derginin başında. Turhan Abi, Sinan'a bir gün (ama biz Sinan'la beraberiz, samimi arkadaşız yani böyle) dergiye gittiğimizde, "Ya yazılar bayağı güzelleşti," falan dedi. Sinan da orda bombayı patlattı: "Abi ben yazmıyorum, 3-4 aydır Tunç yazıyor" falan diyerekten... Öyle, dergiye başladık Commodore'da. Zaten Commodore'da fikirlerim vardı benim. Aslına bakarsan Kommodor Abi fikrini ilk, Commodore dergisinde yapmak istiyordum ama yapamadım. Öyle bir şey çok marjinal geldi onlara, "Olur mu öyle şey!" falan... Tiyolar ve Tuzaklar sayfasını yaptığımızda, o fikir bile onlara tersti.
Ben: Commodore dergisi biraz daha mı ciddi kalıyordu?
Turbo: Ya Commodore dergisi daha bir kurumsal dergiydi. Hani Teleteknik'in dergisi ya... Şimdi benzer sayfalar çok yapılıyor şimdiki dergilerde ama bir game'in peek-poke'larını vermek, açık yollarını anlatmak, hilelerini sunmak falan daha marjinal bir şeydi onlar için. Ters yani. "Sen nasıl bir oyunun peek'ini poke'unu yayınlarsın?" diye bir tepkileri vardı. Artık böyle hasbel kader, zorlaya zorlaya, (ki Tiyolar ve Tuzaklar da değildi aslında, daha marjinal bir isim bulmuştum ama hatırlamıyorum onu da) zorla o ismi kabul ettirdik biz ve o sayfayı, aslına bakarsan bilgisayar dergiciliğinde ilk "tiyo ve tuzaklar" sayfasını biz başlattık. O da şeydir, Sinclair User'da o tarz yazılar vardı. Hani bilgisayar oyununu yapan adam poke'la nasıl içine girip trainer yapabilirsin falan açıklıyordu. Böyle çok uçuk yazılar vardı.
Ben: Onu örnek aldın o zaman...
Turbo: Evet yani, ben aslında o tarz bir şeyler yapmak, belki programcılara ulaşmak, işte onlarla fikir alışverişinde bulunmak, bu tarz oyunların hilelerini bulmak istiyordum ama böyle bir şey oldu. İşte o şekilde Commodore'a başladım ben. Commodore dergisinde uzunca bir süre yazdıktan sonra zaten, Commodore'un tavrı bize biraz böyle soğuk gelmeye başladı. Yani hep ciddiydi zaten. İstediğimizi yapamıyorduk.
Ben: Ne oluyordu mesela? Kommodor Abi mi, "istediğimizi yapamıyorduk" derken?
Turbo: Yok, Kommodor Abi'den öte, böyle genciz, derginin başındaki adam yaşlı, tamam mı?
Ben: Osman Babaoğlu...
Turbo: Yok, Turhan vardı işte... Bu arada ben Osman Babaoğlu'nu hayatımda hiç görmedim! Yani böyle bir şey de var.
Ben: (Şaşırarak) Hiç görmedin!
Turbo: Hiç görmedim!
Ben: Aaa?
Turbo: Dergide Osman Babaoğlu diye bir adam ben hiç görmedim ve tanımıyorum.
Ben: Ben sanıyordum ki böyle derginin başında, her şeyle ilgileniyor...
Turbo: Yo, yo, hayır, hayır... Hiç öyle bir şey yok.
Ben: Allah Allah...
Turbo: Turhan vardı. Tandoğmuş mu, Tandoğan mı... Derginin künyesinde göreceksin. O vardı. Bir-iki kişi daha vardı yardımcısı... Biz dergiye devamlı gitmiyorduk. Mesela böyle oyunları bulup yazıp getiriyorduk dergiye. Ya da dergi bize paylaştırıyordu. İlk dönemlerde dergi paylaştırıyordu. Yani dergiye oyunlar bir şekilde geliyordu...
Ben: Hepsi korsan tabii...
Turbo: Korsan, hepsi korsan. Yani paylaştırıyorlardı "şunu sen yaz, bunu sen yaz," diye. Son dönemlere doğru (yani son dediğim, dergide benim yazdığım son iki sene falan) artık oyunları da biz getiriyorduk. Yani artık dergiye de biz getiriyorduk oyunları. "Biz bunu yazıcaz, bunu beğendik, şu var, bu var," diye de sunuyorduk dergiye. Çoğunlukla "Yazın," diyorlardı zaten. Dergide öyle yazıyorduk oyunları... Yani dediğim gibi o tavır biraz şeydi, yani biz çocuğuz daha tamam mı, doğruya doğru... Yaşımız bayağı bir küçük. Ve böyle, çizgi-roman yapmak istiyorsun, "Hayır," diyorlar, vinyet çiziyorsun (clipart diyorlar şimdi onlara) beğenmiyorlar... Böyle garip bir tavır vardı. Sinan Abi vardı. İşte Sinan Abi "Amiga Dünyası'nı çıkaralım," dediği zaman biz Commodore dergisine yazı yazıyorduk. Kaçak olarak bir toplantı oldu. İşte Mahmure Abla, Sinan Abi...
Ben: Onların hepsi Commodore'un içinde miydi?
Turbo: Hayır, değildi. Dükkandı onlar. Sinan'ın dükkanı... Yazıcıoğlu'ndaydı. Toplantı oldu, bir dergi yapılacak, böyle bir ruh, bilmemne falan... Parantez içinde söyleyeyim, aslında benim ilk dergi çıkartma olayım şöyle bir şey oldu: Ben Commodore dergisine girmeden evvel, 89'da bir dergi çıkartma girişimi oldu. Bir reklamcılık şirketi, Commodore dergisinden daha iyi, daha farklı bir şey yapmak için bizi o zaman bulmuştu. Ben de o kadrodaydım. Dergi çıkmadı ama. Dergi hazırlandı, bayağı bir şey yapıldı, çizildi, edildi...
Ben: İçeriği vardı yani derginin...
Turbo: Vardı, tabii...
Ben: Adı neydi bunun?
Turbo: Derginin adını hatırlamıyorum. Commodore User, Commodore Bilmemne gibi bir şeydi ismi ama hiç hatırlamıyorum. Sultanahmet'te bir reklamcılık şirketiydi, reklamcılık şirketini bile hatırlamıyorum yani.
Ben: Yani sadece kağıt üstünde kaldı, hiç hayata geçmedi.
Turbo: Yok, o zamanlar Macintosh'lar vardı. Böyle tek renk minik ekranlı, hatta müzelerde var. Onlarda hazırladık derginin büyük kısmını. Böyle clipart'lar yapmıştım ben Photoshop'ta... Photoshop'ta o zaman renk de yoktu. Noktalardan böyle degrade'li şeyler yapıyorsun...
Ben: O zaman Commodore'dan ayrılıp Amiga Dünyası'na geçmenin sebebi de bir şekilde Commodore'dan...
Turbo: Ya Commodore'un banalleşmesi, tamamen çeviriye yönelmesi, yani çeviri tabii ki vardı, yapılmalı ama artık çok salakça konulara salakça sayfalar ayırıyorlardı. Yani Türkiye'de hiç olmayan bir teknoloji veya bir şey hakkında böyle 5 sayfa yazı çıkıyordu. Biz diyoruz ki "Aaa, Deluxe Paint çıkmış, ProTracker var, bunu tanıtalım..." Çünkü biz daha çok sokakta, dükkanlarda vakit geçirdiğimiz için, insanların ne istediğini takip edebiliyorduk ama dergidekiler Commodore sahibi bile değildi belki, bilmiyorum ne yaptıklarını... Yani düşün, Osman Babaoğlu'nu ben hayatımda görmedim yani. O tarz bir yönetimde biz sıkıldık. Ve Sinan Abiler'den, Mahmure Ablalar'dan da öyle güzel bir teklif geldiği için biz otomatikman Amiga Dünyası'na geçtik.
Ben: Peki Commodore'un bu banal duruşunu sadece siz mi öyle görüyordunuz yoksa okurlar falan da öyle görüyor muydu? Okurların bakışı nasıldı?
Turbo: Okurların tepkisini bilmiyordum da, benim dışarıdan gördüğüm (şu anda da öyle yorumluyorum açıkçası) şuydu: Teleteknik insanlara para veriyordu dergi çıkartsınlar diye. Ve o insanlar paralarını kazanıp, "Dergi çıksın da ne olursa olsun" havasındalardı. Biraz da kendi zevklerini tatmin ediyorlardı yani onlar. Olay, "Türkiye'deki computer scene'in gelişmesi, bir şeyler olsun, bilen adamlar çıksın," değildi yani... Yok yani, öyle bir şey yoktu. Yani derginin başındaki adamlar bizim kadar bilmeyi bırak, bizim çevremiz kadar makineyi bilmiyorlardı. Doğruya doğru...
Ben: Peki, Amiga Dünyasına geçtin. Oradaki ortam...
Turbo: ...çok daha iyiydi. Yani Amiga Dünyası, Zombie Boys'un toplantı yeri gibi oldu. Zombie Boys çıkarıyordu o dergiyi. Karargâh gibiydi. Bizim "Hadi yaz," dediğimiz adamlar yazıyordu. Daha bir serbestti ve dergide bizim üstünlüğümüz vardı. Dergide Mahmure Abla vardı. Mahmure Abla böyle çok modern görüşlü bir kadındı. Bizim fikirlerimize değer veriyordu. Yani mesela biz ona bir "ProTracker'ı yazalım" ya da "bu çocuk ProTracker'ı yazsın" dediğimiz zaman "ProTracker nedir? O ne?" falan değildi yani. Söylüyorduk, "Mahmure Abla, bu müzik programı, falan bilmemne" diye, "Yazın," diyordu. Bizim yazdığımız yazıları derleyip toparlıyordu falan. Kadıncağız işiyle ilgiliydi, bizi çok destekledi yani.
Ben: Peki, Virüs ve Kommodor Abi fikrini Commodore'da çıkardığını söyledin. Nerden geldi böyle bir şey aklına?
Turbo: Aslında şöyle bir şey: Biz Amiga Dünyası'na geçtiğimizde de bu fikri söyledik. Fikre sıcak baktılar ama pek yapmak istemediler.
Ben: Biraz da marjinal bir şey olduğu için...
Turbo: Şimdi o döneme kadar bilgisayar dergileri, böyle "gözlüklü, mühendis insanların okuduğu dergi" formatındaydı. Biz tamamen zıpçıktı gibi saçma sapalak şeyler yapmak istiyorduk. Düşün işte, Virüs var dergide, böyle karikatürler var, uçuk uçuk şeyler var, Public Enemy tipli karakterler var, bilmemne var. Böyle bir farklıydı yani, doğruya doğru.
Ben: Bugün için bile farklı yani...
Turbo: Farklı evet. Ama dergiyi okuyan insanlarla bir telekomünikasyonumuzu sağlıyordu. Yani dergiyi okuyan insanlar, dergiyi benimsiyordu. Çünkü dergiyi okuyan insanlar da bizim gibi insanlardı. Çocuktu onlar da. Ama bilgisayar kullanan insan deyince bir Teleteknik falan, koskoca şirket, ne bileyim, Microsoft gibi bir yer olmaya çalışıyordu. Ama sen Commodore 64 satıyordun. Çocuklara satıyordun. Yani sen, ne bileyim, gidip de Koç Holding'e bilgisayar sistemi satmıyordun. Bence yalan bir tavır vardı ortada.
Ben: Peki niye iki tane farklı köşe yaptın? Virüs'le Kommodor Abi birbirine benziyordu sonuçta...
Turbo: Aslına bakarsan şöyle: İlk önce Virüs çıktı. Asıl iş Virüs'tü. Onlar ilk önce, Hıbır dergisinden Atilla Atalay vardı, ona sayfa yaptırmak istediler. O zamanlar o da çok meşhurdu. Yazıları falan çok komik, böyle bir merak ediyordu insanlar falan hani. Bilgisayarla ilgili komedi sayfası yapmasını istediler ve o çok para çektiği için zannedersem (yanlış biliyor da olabilirim ama) galiba pahalı geldiği için, "Bunu içimizde nasıl yapabiliriz?" dediler. "Sen bize bir şeyler söylemiştin, sen ne yapacaksın?" dediler. Asıl benim yapmak istediğim şey şuydu: (Onu ben vinyetlerde, resimlerde falan yaptım yani) Derginin içinde bir Virüs karakteri olsun ve bu gerçekten bir virüs olsun istedim ben, dergiye sızmış bir virüs!
Ben: Biraz da dergiye zıt böyle...
Turbo: Zıt bir şey ama derginin içinde var olan ama böyle karşıt görüşlere destek veren, yazarlarla dalga geçen, yazarların da onunla dalga geçeceği, böyle "dergiye bir virüs bulaşmış" havası olsun istedim. Sonra, Reha vardı. Reha'nın da katkısıyla Kommodor Abi doğdu. Kommodor Abi şeydir: Güzin Abla... Yani biz kadın değiliz, erkeğiz biz. Ama ne olacak? Mehmet Abi olmaz orda, Commodore Abi olsun, ama Türkiye burası, "Kommodor Abi" yazalım falan dedik öyle... Böyle bir tavır olarak çıktı. O da işte saçma dertleri dinleyen bir kişiydi. Ama ikisi kankaydı bunların yani. (Gülüyor) Virüs'le Kommodor Abi kankaydı. :)
Ben: Peki, okuyuculardan veya derginin içinden gelen tepki neydi bunlara? Nasıl karşılandı?
Turbo: Ben bütün o Amiga Dünyası döneminde hiçbir kimseden "Bu ne saçma sayfa? Bunun dergide ne işi var?!" diye bir şey duymadım. Ve hayatımda en iyi geçirdiğim dönemlerden birisiydi o dönem, çünkü okurlar da gerçekten cozutmuştu! Yani sana şöyle söyleyeyim, işte 20-30 metre uzunluğunda mektuplar mı istersin, o zaman VHS video kapları vardı tozlanmasın diye, onlara yazılan mektuplar mı istersin... Yani o kadar yaratıcı şeylere mektup yazıyorlardı ki dikkat çekmek için... Bizim okurlarımız vardı, çukulata getiriyordu dergiye falan... Kek getiriyordu, kek yaptırmış annesine, geliyordu öyle konuşmaya muhabbete falan. Derginin okurları çok benimsemişti yani.
Ben: Birbiriniz buldunuz yani :)
Turbo: Evet yani. Commodore'la Amiga'yla uğraşan adam da deliydi biraz o döneme göre. Biz de deliydik zaten. Tam deliler birbirini bulmuş oldu orda yani.
Ben: Her ay çizgi-roman çiziyordun dergiye, zor olmuyor muydu?
Turbo: Zordu. İlk başta çok zevkliydi ama sonra acayip sıkılmaya başladım ve bazı konuları da bir yerlerden çaldım. İlk kez söylüyorum bunu da! (Gülüyor) Şimdi bilgisayar oyunu tanıtıyorsun, grafik sayfan var, grafik teknikleri anlatıyorsun, Kommodor Abi'yi yazıyorsun, vinyet yapıyorsun... Bir de üstüne resimli roman var! Şimdi bana deseler "yap" diye, herhalde yapmam öyle bir şey asla. Zordu yani. Bazı dönemlerde sıkıldım, çünkü resimli roman yapan insanlarda "konu kabızlığı" denilen bir tabir vardır. Mesela ben şunu çok çok iyi biliyorum: Mesela pazartesi günü iş teslimi var, ve pazar akşamı gece saat 2'de ben masamda boş bir kağıda bakıyor haldeyim! Yani bırak çini işini, renklendirmeyi, daha sayfa boş! Bir şey yok yani. Yok, fikir yok. Yarın sabah teslim. Ne yapacaksın? Bir şeylerden kapıyorsun, ordan burdan...
Ben: Peki bir şey soracağım, o yıllarda, 90'ların başlarında, 64'ler, Commodore, Amiga Dünyası falan varken, ortam nasıldı? Ortada bir rekabet var mıydı? Yani birbirinize nasıl bakıyordunuz?
Turbo: Rekabet vardı. Bizim dergiden kimse 64'ler'e gitmezdi, ya da 64'ler'den kimse bizim dergiye gelmezdi - Commodore için de geçerli bu... Yani yazar kadrosu zaten şeydi, her sayıda "Acaba kim oyunu bitirecek de full açıklayacak?" İşte, "Acaba oyunu en hızlı kim yazacak?" Yani böyle bir rekabet vardı tabii. Hep vardı o zaten.
Ben: Peki öbür dergileri okur muydunuz?
Turbo: Herkes bakardı birbirinin dergisine.
Ben: Peki görüşlerin neydi diğer dergiler hakkında? Yani daha böyle fanatikçe miydi, yoksa...
Turbo: Fanatikçeydi. Ya o zaman çocuktuk zaten, tamam mı. Şu anda yapsaydım çok daha farklı düşünürdüm ama o dönemde çok ateşliydik yani. Düşün işte abi, 92 diyorsun, ben 71'liyim yani... 20 yaşındasın. 19, 18 yaşlarındaki o hâlini düşünsene. Yani bir rekabet var böyle, yeri gelse kavga bile ederdik yani böyle, "Ne bakıyon lan?" falan diye. Yani ben sevmezdim, kalıbımı basarım ki onlar da bizi sevmezdi. Yani nefret etmek değil olay da, rekabet, rakip dergi yani. Mesela gülerdik birçok şeylerine. Çünkü 64'ler dergisi, bence çok bombok bir dergiydi böyle. İğrenç bir hâli vardı, doğruya doğru. Tasarımı, hatalar falan... MAC açıkçası biraz yola soktu 64'ler'i. Yani 64'ler ilk çıktığında, ilk sayısını ben gidip parayla satın aldığımı hatırlıyorum. Ama sonra, birkaç sayı satın aldıktan sonra artık satın almadım. 64'ler'e mektup bile yazmıştım yanlış hatırlamıyorsam. Mektubum çıktı benim zamanında.
Ben: Peki sence en iyisi hangisi o zamanki dergilerin?
Turbo: Megamiga!! Hah hah hah ha...
Ben: Polat Yarışçı'yla Amiga Dünyası'nda mı tanıştın?
Turbo: Evet ama şöyle bir şey oldu: Polat, Amiga Dünyası'na yazı yazmaya başladığında ben Polat'la samimi değildim. Yani Polat'la merhaba-merhaba'ydım sadece. 92'de Dinozorus işi için ATV'ye girdiğim zaman (o telefon oyununun canlı yayında bilgisayar operatörlüğünü yapıyordum) Polat da oranın grafik servisine girmişti ve biz o dönem Polat'la çok samimi olduk. Yani tanıyorduk birbirimizi ama birden böyle ATV'de inanılmaz samimi olduk. Polat'la ordan tanışıklığımız var yani.
Ben: Peki, Amiga Dünyası'ndan ayrıldın galiba, niye oldu o?
Turbo: Şöyle bir şey oldu: Artık Amiga Dünyası'nı bırakacağım dönemlere doğru benim lise problemlerim vardı, liseyi bitirmemiştim. Dışarıdan sınavlara giriyordum. Çanakkale Lisesi'nde sınavlara girmem gerekiyordu. Ve o ay bizden gelecek ayın yazılarını da istediler. Hatta şöyle bir tavırla yaklaştılar, (Daha doğrusu herkeseydi bu, bana değildi sadece. Yani yazılarda aksamalar başlamıştı. Yani yazılar zamanında gelmiyordu, dergide insanlar sıkışıyordu ve aksıyordu işler. Yürümeyen şeyler vardı.) kendilerince şöyle bir tavır koydular: "Gelecek sayının yazılarını getirmeden, çıkmış olan sayının paralarını vermiyoruz," dediler. Böyle bir tavır sergilendi. Bu tavır çok saçma, çünkü ben senelerdir başka dergilere de çizdiğim ettiğim için, ya da tanıdığım insanlar oldukları için böyle bir tavır yanlıştı. Ben de daha önceki eski sayıların yazılarının filename'lerini değiştirip, yeni yazı diyerekten götürüp maaşımı almıştım. Ondan sonra Mahmure Ablalar falan buna çok kızıp tavır koymuşlardı. Ben de tavır koydum, "O zaman yazmıyorum ben de kardeşim," dedim. Yazmadım da. Zaten zannedersem ben çıktıktan bir ya da iki ay sonra dergi kapandı.
Ben: 92 sonunda kapandı dergi. Zaten 92 sonunda bütün dergiler bir anda böyle ortalıktan kaybolmuş.
Turbo: Ekonomik kriz dönemine denk geldi zannedersem.
Ben: Niye öyle bir anda kapandı hepsi? Sadece ekonomik krizden mi, yoksa Teleteknik'ten, Commodore'dan falan gelen bir sorun var mıydı?
Turbo: Yok yok, hayır. Commodore'dan falan değil, şöyle bir sorun vardı: Şimdi, bir dergiyi götüren şey reklamdır. Eğer sen sadece bilgisayar şirketlerinden gelen reklamlarla ayakta kalmaya çalışırsan batarsın. Çünkü bir bilgisayar dükkanı sana ne kadar büyük reklam verebilir ki? Veremezler yani. Vereceği rakam şu günün parasıyla 500-600 milyondur. E, sen bir dergiyi basıp Türkiye'ye dağıtıyorsun. Ekonomik krizde de bu sektörden reklam verenler etkilendiği için büyük reklam verenler olmadı. Yani zamanın bir Nike'ı, Adidas'ı çok reklam veremedi dergiye. Daha doğrusu, bu tarz pahalı reklamlar bulamadılar ve o yüzden, ekonomik kriz döneminde reklam gelmediği için battılar. Batacaklardı, belliydi zaten. Yani o zamandan belliydi olay.
Ben: Nerden belliydi?
Turbo: Reklam yoktu. Sadece satışla döndüremezsin sen dergiyi. Bir derginin masrafını %70-80'ini reklamdan çıkarman gerekir ki, satıştaki para sana kâr olarak kalsın. Maliyetini reklamdan çıkartmak zorundasın. Bunu çıkartamadığın zaman da batarsın.
Ben: Yani dergilerin devam etmesi, 1993'ü, 94'ü görmesi mümkün değildi diyorsun...
Turbo: Bence mümkün değildi.
Ben: Peki, Megamiga var 1995'te... O arada ne yaptın 92'den 95'e kadar?
Turbo: Mimar Sinan'a girmiştim 93 yılında, iç mimarlık bölümüne. 94'ün yılbaşında okulu bıraktım. Sıkıldım çünkü okuldan. Show TV'ye girdim, Show TV'den teklif gelmişti. Televizyonda çalışmaya başladım. Sonra da (dergicilik içimizde yani, ne kadar dergilerin batacağını görsek de, dergicilik var içimizde) Polat'la öyle bir fikir... "Yapabilir miyiz?" diye düşündük. Fakat doğruyu söylemek gerekirse, Polat'ın ben dergi çıkarıp yürütebileceğini zannetmiyordum. Çünkü Polat yapı gereği sinirli bir adamdır. Gerçekten öyledir. Şimdi Zebani burda olsa küfreder sana böyle, "Bu ne biçim soru lan?! Amına korum!" falan diye bağırır yani sana tamam mı? Böyle bir adamdır o. Ben Polat'ın yapabileceğini zannetmedim ama, "Hadi tamam yapalım böyle bir şey," dedim ve Polat gerçekten insanüstü (zaten hayvandır kendisi, yaz bunu da!!) bir çaba sergiledi ve dergiyi çıkardı. Derginin çıkmasında da çok komiklikler var. Dergi tamamen bizim kendi çabamızla çıkan ve o dönemde Sabah binasında kaçak hazırlanan bir dergi. Yani bizim film çıkışı alacak paramız yok. Yani dergiyi Professional Page mi ne vardı, Amiga'da hazırlıyorduk. Sedat Abi [Çöloğlu] biraz, sağolsun, scanner desteği veriyordu (Çünkü scanner bulmak da bir dert abi, nerden bulucan scanner'ı?). Vinyet yapıyorduk. Sedat Abi'ye götürüp, Sedat Abi scan ediyordu bize onları ki, dergiye koyabiliyorduk falan. Polat'ın bilmediği yerlerde yardım ediyordu. Hatta şöyle bir şey de vardır: Polat'ın 1200'ü var (turbokartı yok, hafizası da yok). Derginin hazırlanacağı hafta benim turbokartla RAM'i Polat'a veriyordum ben. O hafta onda kalıyordu ve o, dergiyi hazırlıyordu. Hatta telefonda açıp da bana hıyarlık yapıyordu, "Ooo fıstık gibi çalışıyo makinam" falan diye. Neyse, Sabah'ta birkaç insanı kafalamıştık orda biz. Gece kalıyorduk. Yani gündüzden Sabah gazetesine giriyorduk, kalıyorduk orda sabaha kadar, gece film çıkışlarını hallediyorduk. Bu renkli kapaklar o şekilde yapıldı hep. Yani o dönemde film çıkışı pahalı bir şey. Bizde bunu karşılayacak para yok! Ve bunları Sabah'ta hep kaçak olarak yaptırıyorduk. Çünkü bu teknolojiye de sahip değiliz yani... Velhasıl sonra bunu biz kendimiz matbaaya götürüyorduk. Benim kendi otomobilim vardı. Polat'la matbaaya gidip bastırıyorduk bunları, sonra matbaada bizim arabaya geri yükleyip kendimiz bizzat dağıtıyorduk.
Ben: Yaysat falan yok yani...
Turbo: Hayır canım, ne Yaysat'ı? Kendimiz dağıtıyorduk. Tek tek, bayi bayi gezip...
Ben: Dergiyi kapanana kadar böyle mi dağıttınız?
Turbo: Dergi hep böyle dağıtıldı ki. Yaysat maysat yok ki bunda... Zaten bir şey söylicem, bu dergi kaçak bir dergi. (Gülerek) Sen bunda barkod görebiliyor musun? Yok ki... Şeye baktığın zaman da görmen lazım yani. (Künyeyi göstererek)
Ben: "Basıldığı yer: Matbaa" yazıyor. (Gülme krizine girerek) Hah hah hah ha!!
Turbo: Evet yani, şuna baksana: "İmtiyaz sahibi: Israrla benim" diyor. (Turbo da gülmeye başlıyor) Böyle bir şey çıkarabilir misin sen? "Yazı işlerinden sorumlu devlet bakanı: Zebani", "Teknik yayın yönetmeni: Ölmek üzere!", "İstihbarattan ve casusluktan sorumlu şahıs: Hapiste!" Böyle bir şey olabilir mi dergide abi? Yazışma adresi de, başkasının ismine gidip Bakırköy muhtarlığından ikametgah çıkarmıştık, sahte kimlikle! (Herkes kopuyor!) Bu da başka bir şey yani!
Ben: Kim buldu Megamiga ismini?
Turbo: Ben buldum. Aslına bakarsan Megamiga böyle bu şekilde yapıldı ama şöyle bir şey vardı: o dönemdeki en büyük birim "mega"ydı. Biliyorsun "giga" yoktu o zaman. Aslında kelime oyunu vardı orda, "MEGAmiga" olacaktı. Daha sonra "Meg" hani magazin Amiga gibi "MegAmiga"ya döndü olay.
Ben: Peki dergi ne kadar satıyordu?
Turbo: Valla yanlış hatırlamıyorsam biz 800 ya da 1000 tane basıyorduk, sadece İstanbul'a dağıtılıyordu.
Ben: İstanbul haricinde yok muydu dergi?
Turbo: Yoktu. İstanbul dışında yoktu dergi ve İstanbul'da da bazı yerlerde vardı. Ha, biz reklam alabilmek için Bil-Tek'e gidip dergiyi 5000 basıp 5000 sattığımızı söylüyorduk ama öyle bir şey yoktu yani! (Gülüyor) 1000 tane anca basabiliyorduk, paramız ona yetiyordu. Yani sana şöyle söyleyeyim, (derginin 6. sayısını tutarak) bu dergi - 7 sayı mı çıktı, 6 sayı mı çıktı...
Ben: 6 diyor ama bu 7. sayı, çünkü ilk sayı 0. sayı :)
Turbo: Ya öyle saçma bir şey işte! (Gülerek) Kaç tane çıktıysa bu dergi, bundan Polat'ın da, benim de cebimize bir kuruş para girmedi! Çünkü kazandığımız parayı dergiye yatırıyorduk. Çünkü eğer dergiyi satamazsak sonraki sayı çıkmıyordu. Zaten son sayısı da öyle oldu.
Ben: Matbaada bırakmışsınız galiba...
Turbo: Evet. Matbaada bıraktık.
Ben: Yani bu sayı, çıkan son sayısı derginin. Bundan sonraki sayı...
Turbo: ...hazırlandı! (Dergiyi karıştırarak) Burda bir hikâye vardır. Bir sayısında Polat bizi dövüyordu bir resimli romanda (bunda mıydı, daha öncekinde miydi onu tam hatırlamıyorum), bu çıkan sayıda da iki şişman (ben ve Omay) ikimiz Polat'ı dövüyorduk! Son sayıyı biz, hazırladık, matbaaya götürdük basılsın diye, ekonomik kriz oldu, matbaa bize fiyatların ikiye katlandığını söyledi... Ulan zaten biz dergiden, hani 500 bin lira kazanıyorsak derginin basılması 500 bin lira zaten! Adam bize telefon açıp "1 milyon oldu dergi, 1 milyon getirin," dedi. "Peki," dedik, kapattık ve bir daha gitmedik! Yani dergi basıldı mı, basılmadı mı, ne oldu bilmiyoruz yani... Büyük olasılıkla, eğer basıldıysa, adam bizi görse şu anda döver yani. Gitmedik çünkü matbaaya, telefonlara da çıkmadık!
Ben: Filmleri de orda bıraktınız tabii...
Turbo: Tabii, her şey orda kaldı, her şey orda kaldı... Ve şöyle söyleyeyim sana, o sayı çıkmadı diye söylemiyorum, o sayı gerçekten Megamiga'nın en iyi sayısıydı! İnanılmaz iyiydi yani. Ya Polat'la da röportaj yaparsan bir gün, Polat da söyleyecektir sana, o sayı gerçekten yıkılıyordu yani.
Ben: Megamiga'nın kayıp bir sayısı var o zaman!
Turbo: Evet, kayıp bir sayısı var. Bizde bile yok! Matbaada belki vardır! :)
Ben: Bir de MAC olayı var Megamiga'da, herkesin merak ettiği. O, derginin ilk sayısında yazmış, daha sonra çıkmış, ayrılmış... Murat Adanç olayını bir anlatır mısın bize?
Turbo: Ben bir kere tanıştım onunla hayatımda. O, daha çok Polat'ın arkadaşıydı. Yurtdışına gitmişti galiba, ama ben dediğim gibi tanımıyorum. Ya da yurtdışından bize yazıyı göndermiş miydi? Öyle bir şeyler vardı... Orda Polat'ın bilgisi var... Ben bilmiyorum onu yani.
Ben: Peki, Megamiga'nın "fanzin" bir görünümü var. Bunu bilerek mi böyle yaptınız yoksa, "Biz böyleyiz, içimizden geldiği gibi dergi çıkarmak istedik" diye mi?
Turbo: Şöyle bir şey: Bir kere bu dergi biziz. Daha önce Commodore, Amiga Dünyası diye dergiler çıktıysa, onların hepsinin patronları vardı. Ama bu dergide patron yoktu, patron bizdik yani. Ve çalışan da bizdik. Yani bu dergide serbesttik. (Dergiyi karıştırarak) Bir sayfa vardı burda "Uyuz Olurum" diye, mesela burda bir seferinde "Galatasaraylılara gıcık oluyorum, nefret ediyorum" gibi bir şey yazmıştım ben ki, öyle bir şey de yoktu aslında. Herhalde o zaman bir maç mı vardı, bir şey olmuştu. Böyle tehdit mektupları gelmişti, "Biz seni öldürürüz!", "Ne demek lan?!" falan diye... Ya böyle saçma sapan şeyler yazıyorduk yani.
Ben: Megamiga okurları mıydı onlar da?
Turbo: (Gülerek) Yok bilmiyorum onu. Tehdit mektubu gelmişti ama. Birkaç tane hem de... Onun için, bizim tavrımızdı bu... Burda her şeyle dalga geçiyorduk, doğruya doğru. Şu derginin sayfa numaralarının yanında yazan yazılar bile şeydi yani... "Vigo koçum fena yaparım bak dikkatli ol" yazıyor burda. Böyle bir dergi düşünebiliyor musun sen? (Gülüyor) Parayla alıp Vigo hakkında mesaj okuyorsun. Böyle absürd bir şeydi yani. Şey vardı mesela, ben koşturuyordum falan ama yazı toparlama işine daha çok Polat koşturuyordu. Bazı insanları ben görmedim bile hiç hayatımda. Megamiga'da mesela resimli roman yapan başka bir çocuk vardı. O çocuğu ben hiç görmedim hayatımda, bilmiyorum yani.
Ben: Derginin yazarlarının toplandığı bir yer yok muydu?
Turbo: Yo yo, hayır yok. Yani öyle düşündüğün gibi bir şey yoktu ya. Eskiden bende de öyle vardı, zannediyorsun ki bu çocuklar bir arada böyle haşarılık ediyorlar. Yok öyle bir şey abi. Herkes işinde gücünde yani. Tamam bu dergi bizdik ama bunu çıkarttığımız dönemde Show TV'de çalışıyordum işte. Onun için boş vaktimi verebiliyordum ancak buna. Bu dönemlerde kız arkadaşım da yoktu, daha da rahattım. Bayağı bir boş vaktim vardı yani (Gülüyor). Yani senin bunu okurken duyduğun hayaller başka, bize anımsattığı hayaller başka. Mesela ben bunu okurken, en çok güldüğüm şey, Cartel kaseti yeni çıkmıştı ve ben Zebani'nin kafasını Cartel'le sikiyordum. :) Arabayla dağıtıma giderken, matbaaya giderken falan paso Cartel dinliyorduk, Zebani bile başını sallıyordu Cartel'le. Bunu yazabilirsin, death metal dinleyen adam Cartel'le tepiniyordu yani!
Ben: Peki o zamanlar PC'ye, PC oyun dergilerine bakışınız nasıldı?
Turbo: Ben bir ara PC Magazine'de çalıştım. "Compugiller" falan diye bant espriler yaptım orda. Yazı yazmadım, daha çok grafik üzerine gittim ve o dönemde (97 olması lazım) ilk çıkacak internet ve bilgisayar dergisinin demosunu hazırladım onlara. Ama salaklar benim ne yapmak istediğimi anlamadılar o zaman. İnternet o zaman yeniydi ve çok garip bir hâle geleceğini fark etmiştik biz. Yani garip bir kuyuydu o bizim için o zaman. Şaşırdık yani... Bir şey yazıyorsun, yığınla sayfa çıkıyor, içine giriyorsun, onun altında resimler var, yazılar var falan filan... Hani bizim de nevrimiz döndü. Düşünsene, senelerce bilgisayar kullanmışsın... Ama şu anda PC kullanan bir adam, interneti olmayan bir PC'de kalır böyle, donar. Gerçekten dene onu, internetin yok, PC'yi açtın mı bakarsın böyle, "Ne yapıcam lan ben?" diye. Hani bir şey yapamazsın, yapasın gelmez böyle. Biz onu senelerce kullandık, o bizim için normal bir şeydi. İnterneti gördükten sonra PC Magazine'e 3 sayılık bir demo hazırladık biz. Hatta o zaman iki tane sayıyı çok iyi hatırlıyorum. Star Wars'un yeni çevrimi mi revizyonları mı ne çıkacaktı, Star Wars konulu bir sayı, Star Wars oyunları ve internet üzerine, internet siteleriyle bağlantılı... Lara Croft çıktığı zaman Lara Croft tarzı bir çizgi roman kahramanı ya da o game'den çıkıp da çizgi romana dönüşebilecek, çizgi roman konseptli bir sayı vardı falan... Aslında çok hoşlarına gitti öncelikle ama böyle "Tutar mı, tutmaz mı," diye kaldılar. Çıkmadı o dergi mesela. Onun da ismini hatırlamıyorum. Bakmam lazım, bilmiyorum.
Ben: Megamiga'dan sonra başka bir dergi çıkarma planları var mıydı?
Turbo: Yok. Ben 97 temmuzunda Blue Jean dergisine girdim. Hâlâ da ordayım, görsel yönetmenim. Şöyle bir şey oldu: 97'de ben artık Commodore'un ve Amiga'nın bittiğine karar verdim. Çünkü 96'da Cebit Fuarı'na gittik biz Hannover'de (Almanya'da). Ve Hannover'de Commodore ve Amiga'nın düştüğü durumu gözlerimizle gördük ve çok büyük hayal kırıklığına uğradık. O kadar büyük para harcayıp, o kadar büyük bir heyecanla gittik ki oraya, yeni Amigalar çıkıyor diye... Biz Amiga standına gittiğimiz zaman, adamların sadece çok saçma salak bir müzik programı sattığını ve böyle merdiven gibi bir yerin altına 1200 ve 4000'in konduğunu gördük. Ve adamlara "Biz Türkiye'den geldik, yeni Amiga çıkacak mı?" diye sorduğumuzda, "Ne Amiga'sı yav?" falan diye durduklarını gördük ve biz orda olayın bittiğini anladık. Ve o seneye kadar da biz ne PC aldık, ne PC kullandık. Yani fanatik, "hardcore" Amigacı'ydık. Türkiye'ye geldiğimizde ben makinamı kaldırdım. Bütün dergilerimi, disketlerimi, her şeyimi Vigo'ya verdim. Niye, "manyak mıyım ben?" diye bir şey geliyor değil mi aklına? Bu kadar zaman harca... Ama biz o kadar fanatiktik ki, o kadar büyük hayal kırıklığına uğradık ki... Ya düşünsene, hayatımızı bir bilgisayara verdik biz. Senelerce PC satın almadık, tavrımızdan dolayı. O kadar fanatiktik yani. Ve ne oldu abi? Dalga geçtiğimiz, zamanında 2-3 tane oyunu olan salak bir bilgisayar, bizim o güzelim cihazımızı yedi... Kendimi tamamen hip-hop, graffitiye verdim. Zaten merağım vardı. Cartel'le 95'te tanışmıştık. Cartel'le devamlılık yüzünden kendimi Rap'e verdim. 97 temmuzunda da Blue Jean dergisinde rap ve graffiti sayfaları yapmaya başladım. Hâlâ da yapıyorum ve bilgisayar dergisinde de çalışmam bir daha herhalde. O dönemin ruhunun tekrar yakalanmayacağını düşünüyorum ben. Yani home computer farklı bir şey, PC'ler başka bir şey. O home computer, o personal computer. Yani içinde de böyle bir fark var aslında. Home computer'lar, kullanıcıların tam kendisinin hükmedeceği bilgisayarlar. Yani kullanıcı ne kadar zekiyse o kadar daha iyi işler yapar. Ama PC'de öyle değil. PC'de şey olarak yetişti insanlar, "Her şeyin programı var, sen bir şey yaratma. Her şey var." Şimdi zaten internet varken de bir dergi çıkartmak... Derginin ruhunun havası başka. Yani bir web sitesi yaparsın, iki sene sonra ne olacağı belli değildir, ama bunu [Megamiga'yı] 95'te çıkartmışız, bak sen benle röportaj yapıyorsun. Dergi hâlâ burada. Bunun değeri başka bir şey, ama yeni nesil bunun değerini bilmiyor. Yani şurda yaşadım şunu, ben dergileri oraya koyduğumda [Nightshift'te dağıttığı dergilerden bahsediyor] birçok kişiden anladım (Yani benim yaşım 35, artık bazı insanların gözüne baktığım zaman, hangi tavırlarından ne yapabileceklerini görüyorum). Herkesin bir kere yaklaşımı şu oldu: "Ulan, kaç para acaba bu dergi?" Yani bir dokunmama, böyle bakma şeyi oldu. Ben "bedava!" deyince herkes aldı. Yani yeni nesil, dergi almak, desteklemek kavramından uzak. Yani bu parti bile, burda yapıldı, 20 milyon giriş, karşılığında şapka, tişört, saat, bilmemne verilmesine rağmen birçok kişi "Ooo, 20 milyon mu olur giriş?" falan bilmemne dediler. Yahu bu senede bir kez yapılan bir şey, Bilgi Üniversitesi'nin içinde böyle bir şey yapılıyor ve o verdiğin 20 milyonun karşılığında sana tişört veriliyor zaten ve şapkası, saati, bilmemnesi var. Ve 20 milyon bu yani. 20 milyonun yoksa da öl artık! Bu işle uğraşıyorsan ve 20 milyonun yoksa gerçekten ayıp yani. Senede bir kez yapılan bir şey. İki tane McDonald's şeyi yahu bu. 4 paket sigara parası.... Doğruya doğru. Hani insanlar scene desteklemek, support etmek gibi kavramları... Zaten bu ruh olsaydı bizler şu anda daha farklı yerlerde olurduk. Bizi de kimse desteklemedi ki. Yani biz de bu dergiyi çıkarabilmek için şu reklamları nasıl aldık biliyor musun? Adamlar bize bunun parasını çıkarıp hemen vermediler. Reklamı verdiler, "Dergi çıksın, reklamı görelim, beğenirsek parasını veririz," dediler. Ve inan şuradaki HT Bilgisayar falan gibi reklamlar, tamamen bizi destekleyen adamların can-ı gönülden verdiği reklamlar sayesinde çıktık biz. Bu son sayfalarda, bazı reklamlarda gerçekten çok büyük sorunlar yaşadık. Desteklemediler bizi yani.
Ben: Peki okuyucunun bakışı nasıldı Megamiga'ya?
Turbo: Ya okuyucu süperdi. Biz acayip güzel vakit geçiriyorduk. Benim, (Polat da bunu söyleyecektir sana) hayatımda gerçekten en çok güldüğüm ve en iyi vakit geçirdiğim dönem Megamiga dönemidir. Yani inanılmaz bir hamallık yaptık burda biz, inanamayacağın bir hamallık... Yani dediğim gibi, matbaaya biz götürüyoruz, matbaadan biz taşıyoruz, dükkanlara biz dağıtıyoruz, dükkanlardan parayı biz topluyoruz, parayı denkleştirmeye çalışıyoruz falan, dergiyi biz hazırlıyoruz, biz yazıyoruz, gece Sabah gazetesinde kalıyoruz, orda leş gibi yerlerde yatıyoruz, bilmemne falan...
Ben: O sorun olmuyor muydu? Yani biri de size gelip, "Ne yapıyorsunuz burda her gece her gece sabaha kadar?" demiyor muydu?
Turbo: Her gece kalmıyorduk ki zaten. Yok, bu dergi döneminde hiç sorun olmadı. Polat zaten orda çalışıyordu ama kalması gerekince kalıyordu yani. Ben de gidince kalıyordum orda. Yani böyle garip garip işler yapıyorduk. Ama zevkliydi yani. Pişman da değilim yani. :)
Ben: Bugünkü oyun dergilerini okuyor musun?
Turbo: Yo, hiç. Yani şöyle söyleyeyim, ilk PC'mi yanlış hatırlamıyorsam 98'de aldım ben - o da işim gereği, Photoshop yüzünden aldım. 98'den bu vakte kadar bilgisayarıma bir tane oyun install etmedim.
Ben: Hiç oyun oynamıyor musun artık?
Turbo: Hiç. Hiç oyun oynamıyorum. Çünkü o yeni 3 boyutlu oyunlar midemi bulandırıyor, başım dönüyor. Sevmiyorum, belki ben grafikle uğraştığım için, grafiker bir adam olduğum için pixel art görmek istiyorum. Böyle uğraşılmış oyun grafiği görmek istiyorum. O vektörler tabii ki kıyaslanmaz, bambaşka bir şey ama o eski oyunların tadı yok ya. Aslına bakarsan o eski oyunların da şu anda oynadığın zaman, o zamanki tadları yok. O yüzden çok sıkılırsam internetten flash game'ler ya da böyle internette oynanan basit oyunları oynuyorum. Mesela geçenlerde gidip parasıyla şey almıştım, o tetrisler var ya böyle, içinde 2000 tane oyun var (Gülüyor). Ondan aldım, düşün yani. Tek belki oynadığım oyun Playstation'da Metal Slug var. Onun grafikleri çok güzel. Onu satın aldım. Mesela Playstation 2 var evde. Kız arkadaşım oynuyor hep, ben de seyrediyorum genelde. Sıkılıyorum çünkü. Bir de şey var, çok yoğun çalışıyorum ben. Video işleriyle uğraşıyorum, dergi var, bilmemne var, freelance çalıştığım için bayağı yoğunum. Eve geldiğim zaman, böyle rahat takılacağım, kafamı yormayacağım tarzda oyun yok. Yani hepsi böyle seksen tuşla oynanıyor, işte bir yerden bir şey alıyorsun, bir yerin bilmem ne kadar ucuna gidip de sekiz kombinasyonlu hareketle zıplarsan bilmemne... Yani normal hayatım zaten o şekilde büyük bir challange içinde geçtiği için, bir de kalkıp oyunda bir challange daha yapmak istemiyorum artık. Yani abi takılayım, cıv cıv ateş edeyim, patlatayım yani. Onun için sevmiyorum yani.
Ben: Peki klasik bir soru soralım bir de :) Unutamadığın bir anın var mı?
Turbo: Var, bir tane var, evet. Halen de aklıma gelen, hâlâ da güldüğüm bir anım var. O da şu: Commodore dergisindeyiz bir gün ve Commodore dergisinin duvarında bir kaset asılı. Pano var, panoda tek bir kaset asılı böyle, duruyor. Ben dergiye yeni başladığım dönemlerde, 3-4 ay olmuş falan, o kaseti görüyordum orda ama "Birisi astı harhalde" falan diyordum. Bir gün sordum, "Ya bu kaset ne burda?" dedim. "Aaa, sen bilmiyor musun bunu?" dediler bana. "Yok," dedim, "bilmiyorum." "Tunç bilmiyoo, Tunç bilmiyooo!!" diye dergide bir kaos oldu böyle, tamam mı?.. Ya, Commodore dergisinin yanında Program Döküm Eki var ya, o döküm ekinde, "Yazdığınız programları kasette gönderin" diye bir yazı var. Çünkü print-out yapılıyor, öyle baskıya gidiliyor. Kaseti teybe taktığın zaman şöyle bir ses geliyordu: "On print tırnak aç, ikinin üstündeki tuşa bas..." Yaa adam programı böyle göndermiş abi! Okumuş kasete yani! (Burada uzun süre herkes kopuyor!) Adam bütün programı okumuş. Bir de şeyler de var arada, "Ctrl ile beraber 2'ye basınca çıkan şekil..." falan... Yani düşünsen yığınla şey vardır ama şu an hatırlayamıyorum, maalesef. O dönemler gerçekten ilginçti, farklıydı, yaşaman lazımdı yani. Şöyle şeyler vardı: Bilgisayarcıda çalışıyordum, adamın teki bir gün gelip mouse'u alıp, böyle havaya kaldırıp, "Ooo, uzaktan kumandası da varmış..." var mesela. Yani ne bileyim, bilgisayar yeniydi çünkü o zaman. Yani şimdiki gibi değil. Şimdi 8 yaşında çocuk, "Bana 20 GB harddisk yetmez" falan diyor yani. O dönem öyle değil ki. Şey komiktir, ilk aldığım 500 bozuk çıkmıştı benim ve onu Teleteknik'e götürdüm ve Teleteknik'teki görevli mouse'a (yani teslim ettiğim makinenin içinde hangi parçalar var diye yazarken), mouse'a "mogos" yazmıştı... Mogos! Yani Teleteknik bile bunu yapıyorsa, normal insanların ne yapabileceğini sen tahmin et.
Ben: Son bir soru daha sorayım, hâlâ eski dergileri çıkarıp okuyor musun arada sırada?
Turbo: Dergilerin çoğunluğu bende yok. Yani var olanların bir kısmını Vigo'ya verdim. Bazıları kayboldu, daha doğrusu verdiğim insanlardan geri gelmedi. Bir de zaten hayatım boyunca binbir çeşit dergide yazı yazdığım için o kadar çok dergi var ki evde, artık hangisini toplayacağımı bilmiyorum. Ama çizdiğim çizgi-romanların ve vinyetlerin çoğu bende var, saklıyorum onları. Eski şeyler bende var yani.
Ben: Çok sağol bu uzun röportaj için.
Turbo: Estağfurullah, zevkti benim için.
Turbo, eski ve yeni Megamiga okurlarıyla bir arada.
Kitap yazarlığı... "Oyuncunun El Kitabı'ndan para kazanamadım. Sultansoft'un sahibi (ismini de hatırlamıyorum) o kitabı çıkarmak için para harcadı. Dizgisini yapan çocuklar bastı ve dağıtımı da onlara verdi. Ve bu kitap şaka maka 2500-3000 tane, belki de daha fazla sattı. Ve bu satıştan gaza gelip, "Grafik kitabı hazırla bana," dedi ve ben oturdum ProPaint ile galiba, o graphic converter'lar ve 1-2 grafik programı daha oturdum yazdım. Kitabı komple yazdım, bitirdim. Dağıtımı yapan çocuğun bir akrabası vefat ettiği için "Parayı harcadım abi," dedi ve parayı bir şekilde ödemedi geriye. Ve adam bu kitaptan zarar etti, yani satmasına rağmen zarar etti. O yüzden o kitap, yazılmasına rağmen çıkmadı. O kitabı yazmıştım ben, evet. Grafik kitabı çıkacaktı ilk kez ve çok önemliydi o zaman aslında. Keşke çıkarabilseydik. Şöyle hızlı yazabilmiştim onu, zaten Amiga Dünyası'nda grafik programlarını açıkladığım için, onlardan yola çıkıp daha geniş kapsamlı yazdığım için sadece geliştirmek kalmıştı. Oturup işi sıfırdan yazmadım yani. Onun için çok güzel bir kitap olmuştu ama çıkmadı işte.
"Şu Sultansoft'un logosunun hikâyesi de çok komiktir. Bunu çıkaran kişi, yani sahibi, biraz dini bütün bir arkadaşımızdı. O böyle "hat" istedi. Ben de, Sultanahmet'te olması lazım, hat yapan bir adama gittim, "Sultan yaz," dedim bana. "Sultan senin ismin mi?" dedi. "Hayır" dedim ben. Adam böyle bir kıllandı, tamam mı? "Sen niçin yazdırıyorsun bunu?" dedi. "Kız arkadaşımın ismi," dedim ben ona ve öylece adam, kız arkadaşımın ismi diye bana 3-4 tane "Sultan" yazdı ve biz onları logo yaptık! (Gülüyor)"